Sinemanın ÖZETİ| pek çok kişiye göre son yıllardaki en büyük yönetmeni olan Christopher Nolan, yeni filmi Oppenheimer ile bir kez daha adından söz ettiriyor. Film daha çıkmadan bile ne kadar büyük bir yapım olduğu belli oldu ancak bu sefer bu büyüklük daha kelimenin gerçek anlamıyla bir büyüklük.
Sonuçta filmin rulosu aşağı yukarı 270 kilogram, uzunluğu da 17,7 kilometre. Koskoca Nolan "18 kilometrelik ruloyla film çektik" demek için yapmıyor bunu, teknik sebepleri var.
Öncelikle ülkemizdeki IMAX'lerde bu filmi izlemeye hazırlananlara üzücü haberi verelim.
Ülkemizdeki salonlarlarda, 1.43:1'lik oranla çekilen ve çok daha özel ve orijinal olan bu çekimi izleyebilmemiz mümkün değil. İngiltere, ABD gibi ülkelerde bile son derece sınırlı sayıda bulunan birkaç özel salonda izlenebilecek orijinal Oppenheimer'ı ülkemizdeki IMAX salonları dahil hiçbir yerde izleyemeyeceğiz.
Ülkemizdeki IMAX Xenon salonları iki projeksiyonla ışık gücü artırılmış 2K görüntüyü bize sunar. Bu son derece yeterli bir deneyimdir ancak Oppenheimer için bunun çok ötesinde şeyler yapıldığını söyleyebiliriz.
Orijinal çekimlerde 1.43:1'lik oran olduğu için bu özel salonlardaki deneyimler haricinde herkes filmin büyük parçasının kırpılmış haliyle izleyecek. Teorik olarak bakıldığında ülkemizde olmayan bu özel IMAX salonlarında Oppenheimer'ı 18K görüntü kalitesinde izleyebileceksiniz.
Nolan, işin tekniğine bir hayli önem veren yönetmenler arasında.
Dijitalleşme ve teknolojik ilerlemeler hemen her sektörü etkiliyor, buna elbette ki sinema da dahil. Öncelikle bir şeyler izlemenin son 40 yılına bakarsak bu dönüşümün ne kadar büyük ve hızlı olduğunu anlarız.
Bir zamanlar belli saatlerde yayın yapan tek kanallı televizyon vardı. Sonrasında başka kanallar da açılmaya başlandı ancak o dönemde de televizyon kanallarının çalışma saatleri olurdu. Meşhur "İstiklal Marşı ve kapanış" şakaları, televizyonların mesailerini milli marşımız ile sonlandırmasından türetilmiş bir şakaydı.
Sonrasında ödemeli kanallar hayatımıza girdi, yabancı kanallara erişen uydularla daha bir içli dışlı olduk derken VHS'ler ile beraber istediğimiz zaman istediğimiz şeyi izleme çağı geldi. Hemen peşinde CD, DVD derken bir yandan da bilgisayarlar evlere girdi, derken laptoplarımız oldu, "Aaa bu ne güzel taşınıyor" derken telefonlarda video çekmeye oynatmaya başladık.
Daha sonra da akıllı telefonlar geldi ve abonelik sistemleri sağ olsun her yerde her şeyi izleyebilir hale geldik. Gelişen her yeni cihaz, bir üst kademedeki cihazı da gelişmeye itti.
Gelin görün ki bir şeyler izleyerek eğlenmenin en tepesinde sinema yer alıyor ve artık insanlar için sinema sosyal bir deneyim paylaşma aracı, bir büyülenme hissi ya da bir merak hissi uyandıran büyülü bir şey değil. Bu yüzden de sinema salonlarına insanları çekmek zorlaşıyor.
Nolan da işte bu yüzden, gelişmiş sinema teknolojilerini sonuna kadar zorluyor.
Nolan'ın zaten bilgisayarla yapılan efektlerden falan hoşlanmadığı bilinen bir gerçek. Yakalamak istediği görüntünün olabildiğince gerçek ve olabildiğince yüksek kalitede olmasına takıntılı olması sayesinde bugün sahip olduğu şöhrete erişti.
Yönetmen bu yapımda da IMAX 65mm ve Panavision 65mm kameraları birlikte kullanarak elde edebileceği en yüksek çözünürlüğü elde ederken, bir kez daha "Bu filmin hakkını vermek için sinemada izlemek lazım" dedirtiyor.
Nolan da filmle ilgili olarak verdiği bir röportajda "Görüntülerin keskinliği ve berraklığı ve derinliği benzersiz. Açılışta, bana göre, IMAX 70mm filmle çekim yaptığınızda gerçekten perdeyi kaybediyorsunuz. Gözlük olmadan 3 boyutlu görüntü hissi alıyorsunuz. Dev bir ekranınız var ve izleyicilerin çevresel görüşünü dolduruyorsunuz. Onları filmin dünyasının içine çekiyorsunuz." ifadelerini kullanmıştı.
Peki Nolan bu konuda ne kadar haklı?
Sinema filmine gittiğimizde güzel görseller görmek kadar iyi bir hikayeye de tanık olmak istediğimiz bir gerçek olsa da, son zamanların sinema trendleri bize görselliğin önemini çarpıcı bir şekilde anlama şansı veriyor. Gelin, bu yılın gişede en başarılı 15 filmine beraber bakalım:
Box Office dünya sıralamasında ilk 15'te yer alan yapımlar, Elemental'i saymazsak, tamamen sırtını o veya bu şekilde bir markaya dayamış olan yapımlar. Bir Yurttaş Kane, bir Esaretin Bedeli olmadıklarını söylemek mümkün. Peki neden bu kadar ilgi gördüler?
Markaların gücü ve vadettiği görsel şölen nedeniyle elbette. Nolan, sırf Amerikalılara özgü her şeyin en büyüğünü yapma gazından dolayı dev bir film makarasını sinemalara göndermiyor, zaten adam İngiliz, Amerikalı da değil. Şartlar bunu gerektirdiği, sinema deneyimi buna ihtiyaç duyduğu için bunu yapıyor.
Peki bu devasa makaranın sebebi olan teknik gerekçe ne?
Öncelikle Nolan ve görüntü yönetmeni Van Hoytema, filmi iki farklı en boy oranı ile çekmeye karar verdi. Film sonuçta bir dönem filmi ve atom bombasının icat edildiği dönemde, dönemin en yeni teknolojisi CRT adı verilen görüntü teknolojisi.
Peki nedir bu CRT? Tüplü televizyon. Tüplü televizyonların ekranları kareye daha yakınken, modern sinema perdesi ve televizyonlarımız ise daha dikdörtgen şeklinde. Bu formatta en boy orani 4:3 (ya da 1.33:1) oluyor.
Nolan ve Van Hoytema'nın seçtiği iki formattan biri, standart Full Aspect Ratio olarak bilinen 1.9:1 oranındaki en boy oranı. Bu versiyonu herhangi bir sinemada, televizyonda veya laptop ekranında sıkıntı yaşamadan ya da sağda solda siyah şeritler olmadan izleyebiliyoruz, zaten ülkemizde de gösterilecek olan versiyonu bu.
Ancak ikinci versiyon ise 1.43:1 en boy oranına sahip. Bu versiyon, atom bombasının icadının büyüklüğünü göstermek ve nostalji hissi yaratmak için seçildi. Bütün sinemalar bile bu versiyonu gösteremiyor, IMAX 15-perf 70mm veya Dual Laser teknolojisine sahip salonlardan birini bulmak gerekiyor. Bu teknolojiye sahip sinemalarda görüntü, 1.43:1 en boy oranına sahip ki bu da CRT'leri andıran bir nostalji hissi yaratıyor.
İki format arasındaki fark, film makaralarının uzamasına neden oluyor. Filmin kendisi de zaten 3 saat 9 saniye sürüyor. Standart format ile IMAX'in aslında doğal formatı olan 1.43:1'lik format arasındaki fark, her bir karenin yaklaşık yüzde 20 daha büyük olmasına neden oluyor.
Bu da zaten filmin süresinden dolayı uzun olan makarayı da daha uzatıyor. Haliyle de karşımıza böyle devasa bir makara çıkıyor. Zaten film ruloları açıldıkları zaman epey uzunlar, 70mm'de tek bir makara ortalama 600 metre ve 10 dakikadan biraz daha uzun bir film kayda almayı sağlıyor.
90 dakikalık standart bir filmin "uzunluğunun" 5,5 kilometreye yakın olduğunu düşünürsek Oppenheimer, farklı formatları ile 18 kilometreyi zorlamayı hak ediyor.
Editor : Şerif SENCER