ÖZETİ| Fotoğraflar: VEDAT ARIK‘YAZARKEN AİLEM TEK TEK GÖZLERİMİN ÖNÜNDEN GEÇTİ’- Bir İstanbul Rüyası ve 50’li yıllar… Dönemin gerilimlerini değil kentin romantizmini, insanların dokusunu, samimiyetini, zarafetiyle duygulanan/duygulandıran nostaljik bir iç çekiş; özyaşamınızdan anılara da hasretle bir selam adeta romanınız. Bu yönlerini açmanızı rica ederek başlayalım söyleşimize.
Esinlenişlerinizi, o yılların kaleminizde yer edişini ve romanınızın dedenizin Çiftehavuzlar’daki, Çiftehavuzlar o iki katlı, çiçekli bahçesinin ortasında, içinde kırmızı Japon balıklarının yüzdüğü bir havuzu evine benzer, bir evle açılışını anlatır mısınız?
Romanı adeta onların anılarıyla hatta adeta onlarla birlikte yazdığınız söylersek yanılmayız sanırım.- Senin de ne güzel yorumladığın gibi, romanım 5O’lerin, çocukluğumun özlem dolu, tasasız yıllarına bir selam sanki. Ben, bahçesinde havuzu olan, içinde Japon balıklarının yüzdüğü, iki katlı bir evde doğup büyüdüm. Hepimiz aynı evdeydik, anneannemle dedem evimizin üst katında, annemle babam da alt katında yaşardık.Bir İstanbul Rüyası’nı yazarken, ailem tek tek gözlerimin önünden geçti. Yine de romanım benim özyaşam öyküm değil, birebir yazmadım; öte yandan pek çok esinti aldım.Örneğin, roman kahramanlarımdan tatlı sert, dediğim dedik, otoriter Ayşe Hanımı anneannemden esinlenerek yazdım. İrfan Bey de, herkes tarafından sevilip sayılan, bir İstanbul beyefendisi dedemden esinlendim.İrfan beyin ikiz kızlarından Yıldız’ı, hoşgörülü, ılımlı, yumuşak başlı bir kişiliği olan annemin yerine koydum. Annem, tek çocuktu, bir kız kardeşi olmasını istermiş, ben de romanda ona bir kız kardeş verdim: Güneş. Güneş, kurgu bir karakter olmasına karşın, onu biraz kendime benzettim…Çocukluğumda, anneannem bana masal gibi anlatırdı. Dedemin bozulan sağlığı nedeniyle 40’lı yıllarda, ışıltılı, cıvıl cıvıl Harbiye’den sonra temiz havası bol olan Çiftehavuzlar’a gelmişler.O yıllarda, Çiftehavuzlar oldukça ıssızmış, sokağımızın sonundaki korudan bülbül sesleri gelen, bağların, zeytinliklerin, alabildiğine uzandığı kırların olmasına karşın, deniz kıyısından kurtların sesini duyduklarını söylerdi; öte yandan sokaktaki çeşmelerinden sular içilen, evlerin bahçelerinden mis gibi çiçek kokusu geldiğini dile getirirdi. DÖNEMİN KARAKTERİSTİĞİYLE BİÇİMLENEN KAHRAMANLAR- Güneş… Aşka ve yazmaya aşık… Sürekli yazıyor, en önce babası yüreklendiriyor onu… Güneş’in ikiz kardeşi Yıldız, aşkı Faruk’a evli… Babaları evhamlı ve baskın karakterli annelerine karşı en büyük müttefikleri…
Şair Ahmet Sedat dönemin edebi çevresinden yetkin bir çehre… Saliha Hanım da öyle…
Zuhal ve eşi farklı bir çekirdek… Günlükleri ve yüreğine gömülü aşkıyla kızlara piyano dersi veren Madam Olga başlı başına bir roman karakteri…
Romanın başlıca kahramanlarını dönemin biçimlemesiyle burada da resmeder misiniz?Güneş’le Yıldız’ın yapıları farklı. Yıldız dingin, güvenli bir evlilik yaşamı istiyor, sonrasında Faruk’u sevip evleniyor. Güneş, ise daha özgür ruhlu ve bağımsız, öte yandan romantik, aşka ve yazmaya âşık. Yazmaya, ilk aşkını yitirdikten sonra başlıyor, derken öyküler arka arkaya geliyor. Babası İrfan Bey, kızını destekliyor, ona daktilo bile alıyor.Ahmet Sedat, ünlü bir şair, çocuk ruhlu bir adam. Çalıştığı gazetede sosyal içerikli, işçi sınıfıyla ilgili yazılar yazdığı için, dönemin hükümeti onu sivil bir polis tarafından takip ettiriyor. Beyoğlu’nun çiçek pasajında otururken, Markiz, ya da bir başka pastanede çay içerken sürekli takip ediliyor, ama umursamıyor.Güneş, şaire yazdığı öyküleri göstermek için gazeteye gidiyor. Ahmet Sedat, onu görür görmez âşık oluyor. Aralarında yaş farkı olmasına karşın Güneş, bu aşkı karşılıksız bırakmıyor.İkiz kızları, cumhuriyet ilan edildikten hemen sonra doğdukları için, bir kızına Yıldız, diğer kızına Güneş adını veriyor. Nedenini soranlara şöyle diyor,”Cumhuriyet ülkemize yıldız gibi, dahası güneş gibi doğdu, elbette kızlarıma bu adları verecektim.”Sonraki yıllarda hükümet değişip Demokrat Parti iktidara geldiğinde, Halkevlerinin ve Köy Enstitülerinin kapatılmasına çok üzülüyor, bunu fırsat buldukça dile getiriyor. Ahmet Sedat’la da bu konuda pek anlaşıyorlar.Güneş’le Yıldız’ın annelerinin de piyano öğretmeni olan Madam Olga, 1917 Sovyet Devrimi’nden kaçanlardan. Aristokrat bir aileden gelmesine karşın, ailesiyle ilgili, dahası özel yaşamıyla kimseye tek söz etmiyor. Ama bir gün Güneş’e günlüklerini verip, ileride belki bir gün yazarsın diyor.Ben, Madam Olga’ya benzeyen aristokrat bir hanımla karşılaşmıştım. Bir zamanlar, 85- 86 yıllarında Simavilerin çıkardığı Vizon Dergisi’ne, ‘Beyoğlu’ndan Bir Portre’ adı altında, Levantenlerle ilgili röportajlar yapardım. Bir, iki yıl sürmüştü. Onlar son kalanlardı. Şapkacı Madam Katia, Dantelci Marko, Şemsiye tamircisi Mıgır Baba, Korsacı Borya…Madam Olga’da canlandırdığım aristokrat Rus Hanımla, bu araştırmalarım sırasında tanıştım. Beyoğlu’nda eski ve izbe bir apartmanın giriş katında yaşıyordu. Yaşlıydı ve çok şişmandı. Yaşamaktan elini eteğini çekmiş gibiydi. Güçlükle yürüyordu. Mutfak masasının üzerinde klasik Fransızca romanlar vardı. Hepsini okumuştu.Benimle fazla konuşmadı, yine de, mutfak masasının üzerindeki kitapları eliyle işaret edip, yaşadıklarım, bu romanlardan daha ilginçti, dedi. Gözlerine baktım, konuşmasa da, o sırada bana ne çok şey anlatmıştı. Sonra onu, Kontes Natalya adını verdiğim bir öykümde kurguladım, bu romanda da onu piyano öğretmeni yaptım.Romanımın kahramanlarından bir paşa torunu, ut ve piyano çalan, Erenköy’deki köşkünde yaşayan varlıklı, dul bir kadın olan Saliha Hanım ise tamamen kurgudur. Kendisiyle barışık bir hanımdır, şiir yazmasına karşın şair olmadığını söyler, her hafta evinde pek çok edebiyatçıyı ağırlar, ziyafet sofraları hazırlar.Ayşe Hanımın kiracısı Zuhal, ressam, yaşam dolu canlı bir kadın. Doktor eşi kendi halinde sessiz bir erkek. Zuhal, en çok kocasının yeğeni Yusuf’un resimlerini yapar, doktor kocasının ise ancak iki ya da üç resmini yapmıştır. Okumaya düşkün, güzel gitar çalan Yusuf sürekli onlarla birlikte yaşar, Zuhal ile Yusuf’un arasında farklı bir dostluk sezilir. - 50’lerin İstanbulu’nda aydın bir ailenin yaşamından manzaralar… Yaşama bakışlarında, yaşama bağlılıklarında, aile yapılarında, sosyal ilişkilerinde, gelecek planlarında neler öne çıkıyor? Nasıl bir dönemsel ev içi yaşamla da buluşturuyorsunuz okuyucuyu?Ayşe Hanım’dan örnek verirsem, okumayı seven, geleneklerine bağlı, ailesine, evine düşkün bir kadın, ayrıca tertipli, düzenli, yemek saatinde, özellikle akşam yemeğinde ev halkının aynı saatte sofraya oturmasını istiyor. Pazar sabahları kahvaltı sofrasına sabahlıkla oturmaz, giyinmiş olarak oturur.Bu arada İstanbul’un en civcivli semti olan Harbiye’den geldiği için, in cin top oynayan ıssız Çiftehavuzlar’a alışmaya çalışıyor; öte yandan Kadıköy vapurunun lüks mevkiyi tercih eden, giyimine düşkün, şık bir hanım.Haftada bir gün kızlarıyla birlikte, karşı tarafa geçip Markiz’e gider. O da, küçük yaştan beri Madam Olga’dan piyano dersi almış, valsler çalıyor.Derken yaz aylarında komşularla yapılan motor turları, plaj sefaları, alabildiğine uzanan kırlarda piknik şölenleri... Ayşe Hanım’ın özenerek bir çiçek sunumu gibi süslediği dillere destan sofraları, kızları ve komşularla yapılan sabah 11 kahveleri ve akşam çayları, gençlerin bisiklet turları...Ayşe Hanım, ayrıca sinemaya da düşkündür, anneannem gibi. Çocukluğumda anımsarım, anneannem tek başına sinemaya giderdi, Opera ve Süreyya sinemaları. Evinde geniş bir kütüphanesi olan İrfan Beyin elinden düşürmediği ülkenin en saygın gazetesi elbette Cumhuriyet’ti.- Romanda aşk, en içsel, en romantik, en doğal, en epik ve en alabora halleriyle yer alıyor geçişlerle, iniş çıkışlarla… Sevginin önde olduğu aşk, saygının önde olduğu aşk, tutkunun önde olduğu aşk, ulaşamamanın verdiği efsaneye varan aşk… Aşklar öykülerce iç içe…Güneş’in ilk aşkı Ali’nin ardından gazetedeki yazılarına, özellikle şiirlerine hayranlık duyduğu, tutkuyla seveceği ve romanın temel aşk öyküsü olacak şair Ahmet Sedat’a aşkına, aşklarına gelince…Aşkı yazmak, yaşamak, var olmak, o rüyanın içine dalmak için zaman içinde adeta manivela kılıyor Güneş. Karnında kelebekler uçuşuyor, aklı sevdasında gözleri parlıyor, esinlenip yazıyor, yazıya sığınıyor…
Derken yaralanıyor, canı acıyor, kahroluyor fakat yıkılmadan yola devam etmeye azmediyor. Aşkın hakkını veren bir roman, bir kahraman Güneş.
Salt o değil elbette, romanın tüm kadınları kendilerince aşkın hakkını vermiş kadınlar… Böyle düşündüm, böyle yorumladım… Ne der, ne ekler yazarı romanını aşklarını, kadınlarını erkeklerini anlatırken?Evet, Güneş aşka ve yazıya âşık bir kadın. Acı çektiğinde soluklanmak için yazıya sığınıyor. Onu terk eden erkeği yazarken unutmaya çalışıyor, yazarken anımsayıp parmaklarının arasından bir kıvılcım çaksa da, o kıvılcım artık ateş alıp parlamıyor. İlk aşkını böyle unutmaya çalışmış. Şair Ahmet Sedat’ı da böyle unutacağını düşünüyor.Madam Olga’nın da günlüklerinden, onun gibi yaptığını anlıyor, soluklanmak ve unutmak için yazdığını düşünüyor. Bazen de, yazarken bir kez daha yaşamak için... Aslında aşkın labirentli yollarında, kadın ve erkek de (bilinçaltında) önce kendisi için sever.Ahmet Sedat, severek evlendiği Güneş’i yaşarken pek üzmüş olmasa da, ölümünden sonra daha çok üzmeyi başarmış, o denli tutkusuna, aşkına karşın… Geçkin yaşına karşın hâlâ aşk dolu bir kadın olan Saliha hanım, romanın bir yerinde Güneş’e şöyle der: “Aşk kimseyi cezasız bırakmıyor, yine de bu zalimliği biz hazırlıyoruz. Aşkın suçu yok! İnsanlar zorlaştırıyorlar. Örnek verirsem, işte bizim şairimiz, sana gerçeği söyleseydi, belki aranız açılmazdı.”Zuhal ise, söze dökmediği gizli bir aşkla kocasının yeğeni Yusuf’a bağlı. Yusuf’ta ona. Yaptığı bütün resimlerde Yusuf’u resmetmiş. “Aşkın sırrı ölümün sırrından derindir,” demiş William Shaskespeare. Daha ne desin? - İstanbul… Hayali, rüyası, büyüsüyle romanınıza ve romanınızdaki aşka/aşklara nasıl ev sahipliği yapıyor? Romanınıza o atmosferini, o yılların panoramasını nasıl işlediğinizi anlatır mısınız?
Bir İstanbul Rüyası’nı karantina günlerinin ilk yılında yazmaya başladım. Herkesin evlere kapandığı, kısıtlı yaşamak zorunda kaldığı o zamanlar… İnsan evde tek başına kaldığında düşüncelere dalarken, çocukluğuna, gençlik günlerine, ilk aşkına, aşklarına doğru yol alıyor içsel dünyasında. Bu romanım böyle doğdu.Ben de yeniden çocukluğuma döndüm, 5o’li yıllara gittim. Annemle babam salı akşamları Yeni Melek sinemasının galasına giderlerdi. İkisi de sinemaya düşkünlerdi (Romandaki Yıldız’la Faruk gibi). Sokağımızın arka caddesinde Andon Efendi’nin mandırası vardı. Her sabah bize taze süt ve yumurta getirirdi.Sonra komşuluk ilişkileri, yardımseverlik güçlüydü. O yıllarda her evde telefon yoktu. Annemin karlı bir kış gecesinde, kızı tarafından aranan yan evdeki komşu Asuman teyzenin evine dek gidip onu telefona çağırdığını anımsarım.Sonra her evin bahçesinde çiçekler vardı. Sardunyalar, ortancalar, güller… Bahçelerden gelen yasemin, leylak, mimoza kokuları sokağımıza yayılırdı. Derken, evlerden gelen piyano sesleri… O yılları geri getirmek istediğimi duyumsadım, bunu da ancak yazarak yapacağımı biliyordum.Madam Olga’nın günlüklerini yazarken, ilk aşkını yeniden yaşamak istemesi gibi. Dağlarca, ne kadar doğru söylemiş: “Yazarken yanağımı, yanağına değdirir gibiyim…” Ben de yazarken, o yılların soluğunu içime çeker gibi oldum.- Yeni tasarılarınızı sorarak bitirelim söyleşimizi.Bir İstanbul Rüyası’nı yazıp bitirdikten sonra, demlenmesini beklerken, bir öyküye başladım, zaten bir süredir kafamın içinde gezdirdiğim bir kıvılcımdı. Yazıyorum, şimdilik iyi gidiyor. Bundan belki uzun bir öykü, ya da novella doğabilir. Yusuf ile Züleyha’nın hikâyesinden yola çıkarak, birebir olmasa da, günümüzde geçen bir aşkın tutkulu türküsü diyelim. Çünkü her kadının içinde bir Züleyhalık vardır, az, ya da çok.
Editor : Şerif SENCER
Esinlenişlerinizi, o yılların kaleminizde yer edişini ve romanınızın dedenizin Çiftehavuzlar’daki, Çiftehavuzlar o iki katlı, çiçekli bahçesinin ortasında, içinde kırmızı Japon balıklarının yüzdüğü bir havuzu evine benzer, bir evle açılışını anlatır mısınız?
Romanı adeta onların anılarıyla hatta adeta onlarla birlikte yazdığınız söylersek yanılmayız sanırım.- Senin de ne güzel yorumladığın gibi, romanım 5O’lerin, çocukluğumun özlem dolu, tasasız yıllarına bir selam sanki. Ben, bahçesinde havuzu olan, içinde Japon balıklarının yüzdüğü, iki katlı bir evde doğup büyüdüm. Hepimiz aynı evdeydik, anneannemle dedem evimizin üst katında, annemle babam da alt katında yaşardık.Bir İstanbul Rüyası’nı yazarken, ailem tek tek gözlerimin önünden geçti. Yine de romanım benim özyaşam öyküm değil, birebir yazmadım; öte yandan pek çok esinti aldım.Örneğin, roman kahramanlarımdan tatlı sert, dediğim dedik, otoriter Ayşe Hanımı anneannemden esinlenerek yazdım. İrfan Bey de, herkes tarafından sevilip sayılan, bir İstanbul beyefendisi dedemden esinlendim.İrfan beyin ikiz kızlarından Yıldız’ı, hoşgörülü, ılımlı, yumuşak başlı bir kişiliği olan annemin yerine koydum. Annem, tek çocuktu, bir kız kardeşi olmasını istermiş, ben de romanda ona bir kız kardeş verdim: Güneş. Güneş, kurgu bir karakter olmasına karşın, onu biraz kendime benzettim…Çocukluğumda, anneannem bana masal gibi anlatırdı. Dedemin bozulan sağlığı nedeniyle 40’lı yıllarda, ışıltılı, cıvıl cıvıl Harbiye’den sonra temiz havası bol olan Çiftehavuzlar’a gelmişler.O yıllarda, Çiftehavuzlar oldukça ıssızmış, sokağımızın sonundaki korudan bülbül sesleri gelen, bağların, zeytinliklerin, alabildiğine uzandığı kırların olmasına karşın, deniz kıyısından kurtların sesini duyduklarını söylerdi; öte yandan sokaktaki çeşmelerinden sular içilen, evlerin bahçelerinden mis gibi çiçek kokusu geldiğini dile getirirdi. DÖNEMİN KARAKTERİSTİĞİYLE BİÇİMLENEN KAHRAMANLAR- Güneş… Aşka ve yazmaya aşık… Sürekli yazıyor, en önce babası yüreklendiriyor onu… Güneş’in ikiz kardeşi Yıldız, aşkı Faruk’a evli… Babaları evhamlı ve baskın karakterli annelerine karşı en büyük müttefikleri…
Şair Ahmet Sedat dönemin edebi çevresinden yetkin bir çehre… Saliha Hanım da öyle…
Zuhal ve eşi farklı bir çekirdek… Günlükleri ve yüreğine gömülü aşkıyla kızlara piyano dersi veren Madam Olga başlı başına bir roman karakteri…
Romanın başlıca kahramanlarını dönemin biçimlemesiyle burada da resmeder misiniz?Güneş’le Yıldız’ın yapıları farklı. Yıldız dingin, güvenli bir evlilik yaşamı istiyor, sonrasında Faruk’u sevip evleniyor. Güneş, ise daha özgür ruhlu ve bağımsız, öte yandan romantik, aşka ve yazmaya âşık. Yazmaya, ilk aşkını yitirdikten sonra başlıyor, derken öyküler arka arkaya geliyor. Babası İrfan Bey, kızını destekliyor, ona daktilo bile alıyor.Ahmet Sedat, ünlü bir şair, çocuk ruhlu bir adam. Çalıştığı gazetede sosyal içerikli, işçi sınıfıyla ilgili yazılar yazdığı için, dönemin hükümeti onu sivil bir polis tarafından takip ettiriyor. Beyoğlu’nun çiçek pasajında otururken, Markiz, ya da bir başka pastanede çay içerken sürekli takip ediliyor, ama umursamıyor.Güneş, şaire yazdığı öyküleri göstermek için gazeteye gidiyor. Ahmet Sedat, onu görür görmez âşık oluyor. Aralarında yaş farkı olmasına karşın Güneş, bu aşkı karşılıksız bırakmıyor.İkiz kızları, cumhuriyet ilan edildikten hemen sonra doğdukları için, bir kızına Yıldız, diğer kızına Güneş adını veriyor. Nedenini soranlara şöyle diyor,”Cumhuriyet ülkemize yıldız gibi, dahası güneş gibi doğdu, elbette kızlarıma bu adları verecektim.”Sonraki yıllarda hükümet değişip Demokrat Parti iktidara geldiğinde, Halkevlerinin ve Köy Enstitülerinin kapatılmasına çok üzülüyor, bunu fırsat buldukça dile getiriyor. Ahmet Sedat’la da bu konuda pek anlaşıyorlar.Güneş’le Yıldız’ın annelerinin de piyano öğretmeni olan Madam Olga, 1917 Sovyet Devrimi’nden kaçanlardan. Aristokrat bir aileden gelmesine karşın, ailesiyle ilgili, dahası özel yaşamıyla kimseye tek söz etmiyor. Ama bir gün Güneş’e günlüklerini verip, ileride belki bir gün yazarsın diyor.Ben, Madam Olga’ya benzeyen aristokrat bir hanımla karşılaşmıştım. Bir zamanlar, 85- 86 yıllarında Simavilerin çıkardığı Vizon Dergisi’ne, ‘Beyoğlu’ndan Bir Portre’ adı altında, Levantenlerle ilgili röportajlar yapardım. Bir, iki yıl sürmüştü. Onlar son kalanlardı. Şapkacı Madam Katia, Dantelci Marko, Şemsiye tamircisi Mıgır Baba, Korsacı Borya…Madam Olga’da canlandırdığım aristokrat Rus Hanımla, bu araştırmalarım sırasında tanıştım. Beyoğlu’nda eski ve izbe bir apartmanın giriş katında yaşıyordu. Yaşlıydı ve çok şişmandı. Yaşamaktan elini eteğini çekmiş gibiydi. Güçlükle yürüyordu. Mutfak masasının üzerinde klasik Fransızca romanlar vardı. Hepsini okumuştu.Benimle fazla konuşmadı, yine de, mutfak masasının üzerindeki kitapları eliyle işaret edip, yaşadıklarım, bu romanlardan daha ilginçti, dedi. Gözlerine baktım, konuşmasa da, o sırada bana ne çok şey anlatmıştı. Sonra onu, Kontes Natalya adını verdiğim bir öykümde kurguladım, bu romanda da onu piyano öğretmeni yaptım.Romanımın kahramanlarından bir paşa torunu, ut ve piyano çalan, Erenköy’deki köşkünde yaşayan varlıklı, dul bir kadın olan Saliha Hanım ise tamamen kurgudur. Kendisiyle barışık bir hanımdır, şiir yazmasına karşın şair olmadığını söyler, her hafta evinde pek çok edebiyatçıyı ağırlar, ziyafet sofraları hazırlar.Ayşe Hanımın kiracısı Zuhal, ressam, yaşam dolu canlı bir kadın. Doktor eşi kendi halinde sessiz bir erkek. Zuhal, en çok kocasının yeğeni Yusuf’un resimlerini yapar, doktor kocasının ise ancak iki ya da üç resmini yapmıştır. Okumaya düşkün, güzel gitar çalan Yusuf sürekli onlarla birlikte yaşar, Zuhal ile Yusuf’un arasında farklı bir dostluk sezilir. - 50’lerin İstanbulu’nda aydın bir ailenin yaşamından manzaralar… Yaşama bakışlarında, yaşama bağlılıklarında, aile yapılarında, sosyal ilişkilerinde, gelecek planlarında neler öne çıkıyor? Nasıl bir dönemsel ev içi yaşamla da buluşturuyorsunuz okuyucuyu?Ayşe Hanım’dan örnek verirsem, okumayı seven, geleneklerine bağlı, ailesine, evine düşkün bir kadın, ayrıca tertipli, düzenli, yemek saatinde, özellikle akşam yemeğinde ev halkının aynı saatte sofraya oturmasını istiyor. Pazar sabahları kahvaltı sofrasına sabahlıkla oturmaz, giyinmiş olarak oturur.Bu arada İstanbul’un en civcivli semti olan Harbiye’den geldiği için, in cin top oynayan ıssız Çiftehavuzlar’a alışmaya çalışıyor; öte yandan Kadıköy vapurunun lüks mevkiyi tercih eden, giyimine düşkün, şık bir hanım.Haftada bir gün kızlarıyla birlikte, karşı tarafa geçip Markiz’e gider. O da, küçük yaştan beri Madam Olga’dan piyano dersi almış, valsler çalıyor.Derken yaz aylarında komşularla yapılan motor turları, plaj sefaları, alabildiğine uzanan kırlarda piknik şölenleri... Ayşe Hanım’ın özenerek bir çiçek sunumu gibi süslediği dillere destan sofraları, kızları ve komşularla yapılan sabah 11 kahveleri ve akşam çayları, gençlerin bisiklet turları...Ayşe Hanım, ayrıca sinemaya da düşkündür, anneannem gibi. Çocukluğumda anımsarım, anneannem tek başına sinemaya giderdi, Opera ve Süreyya sinemaları. Evinde geniş bir kütüphanesi olan İrfan Beyin elinden düşürmediği ülkenin en saygın gazetesi elbette Cumhuriyet’ti.- Romanda aşk, en içsel, en romantik, en doğal, en epik ve en alabora halleriyle yer alıyor geçişlerle, iniş çıkışlarla… Sevginin önde olduğu aşk, saygının önde olduğu aşk, tutkunun önde olduğu aşk, ulaşamamanın verdiği efsaneye varan aşk… Aşklar öykülerce iç içe…Güneş’in ilk aşkı Ali’nin ardından gazetedeki yazılarına, özellikle şiirlerine hayranlık duyduğu, tutkuyla seveceği ve romanın temel aşk öyküsü olacak şair Ahmet Sedat’a aşkına, aşklarına gelince…Aşkı yazmak, yaşamak, var olmak, o rüyanın içine dalmak için zaman içinde adeta manivela kılıyor Güneş. Karnında kelebekler uçuşuyor, aklı sevdasında gözleri parlıyor, esinlenip yazıyor, yazıya sığınıyor…
Derken yaralanıyor, canı acıyor, kahroluyor fakat yıkılmadan yola devam etmeye azmediyor. Aşkın hakkını veren bir roman, bir kahraman Güneş.
Salt o değil elbette, romanın tüm kadınları kendilerince aşkın hakkını vermiş kadınlar… Böyle düşündüm, böyle yorumladım… Ne der, ne ekler yazarı romanını aşklarını, kadınlarını erkeklerini anlatırken?Evet, Güneş aşka ve yazıya âşık bir kadın. Acı çektiğinde soluklanmak için yazıya sığınıyor. Onu terk eden erkeği yazarken unutmaya çalışıyor, yazarken anımsayıp parmaklarının arasından bir kıvılcım çaksa da, o kıvılcım artık ateş alıp parlamıyor. İlk aşkını böyle unutmaya çalışmış. Şair Ahmet Sedat’ı da böyle unutacağını düşünüyor.Madam Olga’nın da günlüklerinden, onun gibi yaptığını anlıyor, soluklanmak ve unutmak için yazdığını düşünüyor. Bazen de, yazarken bir kez daha yaşamak için... Aslında aşkın labirentli yollarında, kadın ve erkek de (bilinçaltında) önce kendisi için sever.Ahmet Sedat, severek evlendiği Güneş’i yaşarken pek üzmüş olmasa da, ölümünden sonra daha çok üzmeyi başarmış, o denli tutkusuna, aşkına karşın… Geçkin yaşına karşın hâlâ aşk dolu bir kadın olan Saliha hanım, romanın bir yerinde Güneş’e şöyle der: “Aşk kimseyi cezasız bırakmıyor, yine de bu zalimliği biz hazırlıyoruz. Aşkın suçu yok! İnsanlar zorlaştırıyorlar. Örnek verirsem, işte bizim şairimiz, sana gerçeği söyleseydi, belki aranız açılmazdı.”Zuhal ise, söze dökmediği gizli bir aşkla kocasının yeğeni Yusuf’a bağlı. Yusuf’ta ona. Yaptığı bütün resimlerde Yusuf’u resmetmiş. “Aşkın sırrı ölümün sırrından derindir,” demiş William Shaskespeare. Daha ne desin? - İstanbul… Hayali, rüyası, büyüsüyle romanınıza ve romanınızdaki aşka/aşklara nasıl ev sahipliği yapıyor? Romanınıza o atmosferini, o yılların panoramasını nasıl işlediğinizi anlatır mısınız?
Bir İstanbul Rüyası’nı karantina günlerinin ilk yılında yazmaya başladım. Herkesin evlere kapandığı, kısıtlı yaşamak zorunda kaldığı o zamanlar… İnsan evde tek başına kaldığında düşüncelere dalarken, çocukluğuna, gençlik günlerine, ilk aşkına, aşklarına doğru yol alıyor içsel dünyasında. Bu romanım böyle doğdu.Ben de yeniden çocukluğuma döndüm, 5o’li yıllara gittim. Annemle babam salı akşamları Yeni Melek sinemasının galasına giderlerdi. İkisi de sinemaya düşkünlerdi (Romandaki Yıldız’la Faruk gibi). Sokağımızın arka caddesinde Andon Efendi’nin mandırası vardı. Her sabah bize taze süt ve yumurta getirirdi.Sonra komşuluk ilişkileri, yardımseverlik güçlüydü. O yıllarda her evde telefon yoktu. Annemin karlı bir kış gecesinde, kızı tarafından aranan yan evdeki komşu Asuman teyzenin evine dek gidip onu telefona çağırdığını anımsarım.Sonra her evin bahçesinde çiçekler vardı. Sardunyalar, ortancalar, güller… Bahçelerden gelen yasemin, leylak, mimoza kokuları sokağımıza yayılırdı. Derken, evlerden gelen piyano sesleri… O yılları geri getirmek istediğimi duyumsadım, bunu da ancak yazarak yapacağımı biliyordum.Madam Olga’nın günlüklerini yazarken, ilk aşkını yeniden yaşamak istemesi gibi. Dağlarca, ne kadar doğru söylemiş: “Yazarken yanağımı, yanağına değdirir gibiyim…” Ben de yazarken, o yılların soluğunu içime çeker gibi oldum.- Yeni tasarılarınızı sorarak bitirelim söyleşimizi.Bir İstanbul Rüyası’nı yazıp bitirdikten sonra, demlenmesini beklerken, bir öyküye başladım, zaten bir süredir kafamın içinde gezdirdiğim bir kıvılcımdı. Yazıyorum, şimdilik iyi gidiyor. Bundan belki uzun bir öykü, ya da novella doğabilir. Yusuf ile Züleyha’nın hikâyesinden yola çıkarak, birebir olmasa da, günümüzde geçen bir aşkın tutkulu türküsü diyelim. Çünkü her kadının içinde bir Züleyhalık vardır, az, ya da çok.
Editor : Şerif SENCER