Yaklaşık M.Ö. 10 binden başlayarak iki bin yıla yayılan evrelerde kurulan ve 1995’te başlayan kazılarla hâlâ gün yüzüne çıkarılmakta olan Göbeklitepe’nin son yılların en çok ses getiren arkeolojik bulgusu olduğuna kuşku yok. Bunu fazlasıyla hak ettiğine de... Çünkü yirminci yüzyılda şekillenen neolitik kavrayışını önemli ölçüde dönüştürdüğü gibi kazılar ilerledikçe daha fazlasını sunacağı da anlaşılıyor. Ancak “tarihin sıfır noktası” (ve bir sonraki yazının konusu olan “ilk tapınak”) benzeri söylemlerin Göbeklitepe’nin tarihsel önemini anlamamızı kolaylaştırmaktan çok gittikçe geri dönüşü zor olan bir “galatımeşhur”a dönüştüğü de açık.
TARİHİN SIFIR NOKTASI?
Aslında bu benzetmeyle ne kastedildiği net değil. Günümüzde zamanı düzenleyen miladi takvimin esas aldığı “başlangıç” noktasının 20. yüzyılda ulaşılan arkeolojik verilerle anlamını büyük ölçüde yitirdiği düşünülürse, tarihin akışı içinde insanlık için yeni bir dönemin asıl burada açılmış olduğu vurgulanmak isteniyor gibi. Ancak kısmen doğru olan bu benzetmenin “tarihin Göbeklitepe’de başladığı” veya “daha önce kayda değer pek bir gelişme olmadığı” yönünde popülist bir anlayışa zemin sunduğu da görülüyor. Öyle ki yıllarını tarih öncesi kazılara adayan arkeologların on binlerce yıl daha öncesine ilişkin pek çok önemli bulgusu, “Göbeklitepe’den bile eski” tanımlamasıyla haber yapılabiliyor. Daha da kötüsü, en az 1.2 milyon yıl öncesine uzanan insanımsılara veya 250 bin yıl öncesine kadar giden insanlara ilişkin her türlü veri de “Nasıl yani, Göbeklitepe’den önce bunlar var mıydı” diye karşılanabiliyor. Sözüm ona, önemini vurgulamak adına “Göbeklitepe’nin henüz ateşin bile evcilleştirilmediği zamanlarda yapıldığını” söyleyenler bile var.
Oysa ateşi en az 700 bin yıldır istediğimiz yerde yakabiliyor olmamız bir yana, avcı-toplayıcı atalarımızın bir anlamda zirvesine Göbeklitepe’de ulaştıkları on binlerce yıllık bir geçmişi var. Beslenme, barınma, giyinme ve üreme gibi temel gereksinimlerini gidermek için birçok somut ve soyut araç geliştirmişler. Dahası ölülerini gömmekten mağara sanatına, takas ve elden ele ticaretten uyuşmazlık çözmeye kadar sayısız alanda önemli sosyal, bilişsel, kültürel, ekonomik ve dolayısıyla politik uygulamaya imza atmışlar.
Kendisi de bir toplaşma yeri olan Göbeklitepe bağlamında asıl vurgulanması gerekense grup içinde ve özellikle diğer gruplarla yapılan özel toplaşmaların da genelde hiç kimsenin olmayan, tarafsız mekânlarda düzenlenmiş olması.
Burada da karşımıza Üst Paleolitik dönem boyunca dünyanın hemen her yerinde benzer amaçlar için kullanıldığı anlaşılan mağaralar çıkıyor. Yaygın kanının tersine, konut olarak kullanılmayan mağaraların en derinliklerindeki galerilerin en az 30-40 bin yıldır desen ve resimlerle bezendiği, dahası kimi “mimari” eklemelerle olasılıkla hak ve yetkisi olanların girebildiği “iç alanlar” ve “altar” benzeri unsurlar oluşturulduğu görülüyor. Girişinde taştan antropomorfik/zoomorfik baş heykelleri bulunan, koridorları da meşale ve kandillerle aydınlatılan mağaraların böylesi özel bölümlerinde belirli konumda ulaşılan hayvan kafatası, ateş, tütsü gibi kalıntılar, doğal yapıların özel insani amaçlara uyarlandığını göstermekte.
Olasılıkla civar grupların barınaklarının yakın çevresinde olan böylesi mağaraların özel toplaşma ve törenlerin yapıldığı orta(k) alan olarak işlev gördüğü düşünülebilir.
DAİRESEL YAPILAR
Özellikle Orta Avrasya’da 25 bin yıl kadar önce tümüyle mamut kemiklerinden çatılan dairesel yapılar da mimarinin ulaşabildiği boyutları göstermekte. Böylesi “konut olmayan - anıtsal/kamusal” yapıların yalnız genel hatlarıyla değil, yap(tır)ılma ve kullanma şekil ve amacıyla da Göbeklitepe’ye benzediği önerilebilir.
Tüm bunlar Göbeklitepe’nin on binlerce yıllık yoldan gelen avcı-toplayıcı kültürün bir ürünü olduğunu göstermekte. Öte yandan, avcı-toplayıcıların yerleşikleşme sürecinin en önemli duraklarından olan Göbeklitepe’nin Holosen’in başlangıçlarında yapıldığı, dolayısıyla oluşmakta olan yeni bir yaşam, üretim ve örgütlenme biçiminin habercisi olduğu da açık. Dolayısıyla Klaus Schmidt’in de benimsediği gibi Göbeklitepe’de tümüyle yeni bir olgu veya kurumun inşa edilmediği, geçmişten taşınan bir sürekliliğin yeni bir biçime kavuşturulduğu söylenebilir. Zaten kendi yapısı da bunu gösteriyor: Geçmişte benzer amaçlarla kullanılan mağaralar gibi doğanın sunduğu sabit mekânlarda veya hayvan kemikleri gibi doğadan temin edilen “yıkılabilir/seyyar” gereçten yapılmamış. Doğanın oyulup, kesilip biçimlendirilmesiyle, taş gibi kalıcı ve sabit hale getirilen gereçle sıfırdan inşa edilmiş. Böylece kendi zaman-mekânına bir yeniden başlangıç zemini sunan Göbeklitepe benzeri yapılar, başka bir yazının konusu olacağı üzere “kamusallık” anlayışında da yeni bir evreyi simgelemekte aslında.
www.idrak34.comEditor : Şerif SENCER