Gündem

Düşünen roman... ‘İsa’nın Çocukluğu’

Edmund Husserl’in “yaşam dünyası” adını verdiği, kanıksamış olduğumuzdan genellikle farkına varmadığımız sosyal ve fiziksel çevremiz ve kendimiz üzerine neler söylüyor J.M. Coetzee’nin romanı? İsa’nın Çocukluğu’na İsa’nın Çocukluğu (Can Yayınları / Çev. B

Düşünen roman... ‘İsa’nın Çocukluğu’
21-08-2022 01:13
Çizim: ÖZETİ| JOE CIARDELLO

DÜŞÜNEN ROMAN!

Dışarısı, bütün kargaşa ve karmaşasıyla bizi gitgide birbirimize benzeten bir tuzağa dönüşürken yapabileceğimiz şeylerden birisi, yepyeni kavramlarla düşünmek. Kavramlara edebiyatın içinden bakmak ise iyi ve zevkli bir yol olsa gerek. Bizi yaşamın rastlantısallığından kurtaracak, bir süre için de olsa, dengeli ve pürüzsüz bir dünyada iz sürmemizi sağlayacak bir yol.

Sorgulayıcı düşünme, romanın üzerine inşa edildiği bir temelse eğer John Maxweel Coetzee’nin insani olabilirliklerin alanında dolaşan romanı, bu türün iyi örneği olarak görülebilir pekâlâ. Bunu, düşünceyle hayali aynı zamanda hikâyeyi tek bir müzik halinde birleştirdiğini de kastederek söylüyorum.

Utanç, Petersburglu Usta, Romancının Romanı, Barbarları Beklerken ve Kötü Bir Yılın Güncesi Coetzee’nin severek okuduğum, büyüsüne kapıldığım, üzerine kafa yorduğum romanlarıydı.

Saydıklarımdan ilk ikisi ve Barbarları Beklerken, hikâyeleri birbirinden çok farklı olsa da “ele geçirme” kavramını sorguluyor.

Erilin -ya da hâkim olanın- dişili ele geçirmesi ve buna tanıklık edenlerin duyduğu utanç... Toplumsal alanda da kişisel olanda da var olan ele geçirme bu; ikisini iç içe geçirerek ilerlemiş Coetzee.

Asıl önemlisi mağdurun yaşadıklarını sineye çekmesi meselesi. Romanı okurken mağdurun çaresizliğinde toplumsal kabulün ezici gücünü hissediyoruz.

Konu, toplumsal kabul meselesine dayanınca, uzun bir sorgulamadan ibaret olan roman türüne, bütünüyle edebiyata, ne kadar ihtiyacımız olduğu daha açık bir şekilde beliriyor.

Koşullarımız ve algımız tarafından belirlendiğimizin farkına varmamızı sağlayan, yaşamın ve insanın henüz keşfedilmemiş yönlerine mercek tutan, gerçeği hayalden ayırt etme yetisi kazandıran kurmacaya; onun betimleme gücüne olan ihtiyacımız.

Milan Kundera, Roman Sanatı’nda iki tür romandan söz ediyor:

“Bir tarafta, insan varoluşunun tarihsel boyutunu inceleyen roman var, diğer tarafta ise tarihsel bir durumun aktarılması, belli bir zamanda bir toplumun tasviri, romanlaştırılmış bir tarih yazısı niteliğindeki roman.”

J. M. Coetzee’nin romanı, onun “düşünen roman” dediği türden. Son derece çetrefil bir düşünceyi bir romana dahil eden ve onu çok hoş ve müzikal bir biçimde kompozisyonunun bir parçası haline getiren roman, sözünü ettiği. Bu romanlarda, yazar bir olayı da anlatsa, bir yüzü de betimlese fikir yürütmeler devam ediyor.

Roman - kurmaca - içinde yaşadığımız dünyanın modeli olarak göründüğü halde, onun göreceliği, kuşkuyu, sorgulamayı tanımayan; tek bir gerçeğe tutunma çabasına taban tabana zıt.

Edmund Husserl’in “yaşam dünyası” adını verdiği, tüm faaliyetlerimizin gerçekleştiği ve artık kanıksamış olduğumuzdan genellikle farkına varmadığımız sosyal ve fiziksel çevremiz ve kendimiz üzerine neler söylüyor Coetzee’nin romanı? Yazımın konusu olan İsa’nın Çocukluğu’na (Can Yayınları / Çeviren: Bülent Doğan) bu pencereden bakmak istiyorum.

İsa’nın Çocukluğu, neresi olduğunu bilmediğimiz - İspanyolca konuşulan - bir ülkeye göç eden bir adamın ve onun yolda karşılaşıp koruyuculuğunu üstlendiği bir çocuğun hikâyesi.

Uzun bir deniz yolculuğuyla geldikleri şehir Novilla. Adam Novilla’da çocuğun hiç hatırlamadığı annesini bulmayı umuyor. Daha önce altı hafta kaldıkları Belstar’daki kampta her gün İspanyolca dersi almışlar. İspanyolcaları çok akıcı değil.

Hesap cüzdanları ve adları - hatta yaşları - Belstar’da verilmiş. Yetişkin erkeğin adı Simon, çocuğunki David.

Yeni dünyaya uyum sağlamaya çalışırken başlarına gelenin yavaş yavaş ayırdına varıyorlar ve biz de - onlarla birlikte - durumun vahametini kavramaya başlıyoruz.

YAŞAMAK HER ŞEYDEN BÜYÜK BİR ŞEY!

Roman kişilerinin daha önce hangi ülkede, neler yaşadığını; hangi dili konuştuğunu, aile ilişkilerini, sevinçlerini, travmalarını bilmiyoruz. Hatta dış görünüşleri de ayrıntılı bir biçimde betimlenmiyor.

Karakterlerin her biri, o andaki varoluş sorunsalının özü neyse, onu anlamamıza yarayacak şekilde tanıtılıyor. Hayal gücümüz anlatılmayanları tamamlıyor. Örneğin David’in tasviri, onun bir şeylere tutunma isteğini anlamamıza yarıyor: “Boğazına kadar düğümlenmiş yün paltolu sıska, solgun yüzlü bir çocuk” hava sıcak olduğu halde üzerindeki paltodan ayrılmak istemeyen David.

Simon’ın ruh halinin de aynı nedenle farkına varıyoruz. Simon yeni karşılaştığı dünyada güçsüz hissediyor kendisini. Bir süre kendi güçsüzlüğünün sarhoşluğuyla karşı konulmaz bir düşme arzusu duyuyor. Yük taşıyıcılığı yaptığı yerde - rıhtım ile gemi bordası arasındaki boşlukta - başı dönüyor sürekli.

Oradan aşağıya rıhtıma çarpan dalgalara bakmaktan kendini alamıyor. Neden buraya gelmişlerdir? Neden bu - yeni - dünyadadırlar? Soruyu David soruyor.

Soru ve Simon’ın yanıtı pek çok şeyi düşündürecek güçte:

“Herkesle aynı sebepten buradayız. Bize yaşama şansı verildi ve biz de bu şansı kabul ettik. Yaşamak çok büyük bir şey. Her şeyden büyük.”

‘AŞİNA DÜNYA’NIN ‘YABANCILAR’I...

Yersizlik yurtsuzluk üzerine kurulu bir göç hikayesi okuyacağımı düşünürken giderek Coetzee’nin bundan fazlasına odaklandığının farkına varıyorum.

Düz bir çizgi halinde, daha çok diyaloglarla ilerleyen hikâyede varoluş, kimlik, boşluk, çatlak, unutmak, cinsellik, güzellik, annelik, babalık, çocuk yetiştirme, çalışma, eş-tözcülük, modernleşme gibi kavramlar yolculuğun her adımında sorgulanıyor. Romanın kurgusu buna izin veriyor çünkü.

Husserl’in sözünü ettiği “aşina dünya”da yaşayan, o dünyayı kanıksamış karakterler değil, onlar. “Yabancı dünya”yla ve o dünyanın değerleriyle karşılaşıyorlar sürekli.

Yeni dünyadaki insanların kendileri gibi, yaşayan bedenlerini çevreleyen, kişisel bir dünyaya sahip olduğunu görüyorlar.

Simon ve David kadar, Novilla’da yaşayan insanlar için de bu karşılaşma hayret verici bir keşif. Her adımda kendi dünyalarının sorgulanamaz bir gerçeklik olmadığını seziyorlar.

DON KİŞOT VE SANCHO’NUN GÖZÜNDEN İKİ FARKLI DÜNYA!

Simon, hikâyenin bir yerinde Toplum Merkezi’ndeki kütüphaneden David’e çocuklar için hazırlanmış resimli Don Kişot’u getiriyor. David, Don Kişot’u bir daha elinden bırakmıyor.

Simon’ın ona kitabı okuduğu sırada David, yel değirmeni resimlerine bakıp dört kollu bir devin o şekilde çizilmesine anlam veremiyor. Simon’ın Don Kişot’a ilişkin söyledikleri romanın bütününe yayılan düşünceyi ifade ediyor:

“Don Quijote … dünyayı farklı iki gözden sunar bize: Don Quijote’nin gözünden ve Sancho’nun gözünden.”

İsa’nın Çocukluğu’nun temelde yaptığı şey de dünyayı farklı bakış açılarından göstermeye çalışmak, yaşananların farklı boyutları olabildiğine işaret etmek.

Hiçbirimizin dünyayı başkasının gördüğü gözle görmediğimizi anlatmak bir bakıma. Düşüncelerimizin, söylediklerimizin, yaptıklarımızın kendi algımıza ilişkin olduğunu göstermek.

Bu nedenle roman boyunca farklı bakış açılarının bir şekilde karşılaştığı, bir araya geldiği ya da birbirinin yanından geçtiği anlara tanıklık ediyoruz.

DAVID’İN (İSA) HİKÂYELERİ

David, İspanyolca konuşulan bir ülkede elinde Don Kişot’u tutan çocuk. Simon, baba olmayan baba. David’e anne olan bakire Ines var bir de.

Bakire anne ve hayal gücü çok geniş olan David (İsa), yazarın ilham aldığı başka bir hikâyeyi daha düşündürüyor.

Diğerleri gibi, anılarını silip atan, köklerini bilmeyen David “nasıl vardığını bilmediği bir dünyaya dair kafa karışıklığı” içinde mi? O yüzden mi kendisini özel biri, hatta anormal biri olarak görüyor?

“Hayal kırıklığı ve isyan duyguları hissettiği, kendi cevaplarını bulmakta serbest olduğu kişisel dünyası”nda kendisi için mi hikâyeler uyduruyor David / İsa?

Milan Kundera Roman Sanatı’nda “Cervantes’le birlikte dünyayı bir karmaşıklık olarak algılamak, tek bir mutlak gerçeklik yerine birbiriyle çelişen bir yığın görece gerçekle (roman karakteri denilen hayalî ben’lerde saklı gerçekler) hesaplaşmak zorunda olmak, belirsizliğin bilgeliğinden başka hiçbir şeyden emin olmamak da yabana atılmayacak bir güç gerektirir.” diyor.

Don Quijote yanına Sancho Panza’yı alarak “önünde alabildiğine açılan bir dünyaya doğru yola çıkmıştı. Bu dünyaya özgürce girebilir ve ne zaman isterse evine dönebilirdi.”

Simon ve David’in Novilla’ya gelişi ile başlayan İsa’nın Çocukluğu da, yanlarına katılanlarla birlikte, yine yolculuğa çıkış ile sona eriyor. Yeni yaşamlarına başlayacakları yer, Estrellita.

Bir üçlemenin ilk kitabı olan İsa’nın Çocukluğu bana göre J. M. Coetzee’nin “Romanıncının Romanı” adlı kitabıyla diğerleri arasında bir yerde duruyor.

Coetzee’yi okumayı seven birisi olarak roman bana hayli zevk verdi. Hikâyenin büyüsüne kapılmaktan çok hikâyenin odaklandığı kavramlar üzerine kafa yormaktan hoşlananlar için iyi bir seçenek.

Üçlemenin diğer kitaplarının çevrilmesini bekliyorum. The Schooldays of Jesus ve The Death of Jesus’ı okuma olanağı bulduğumuzda belki hâlâ Cervantes’in Don Quijote adlı romanının hangi mesajı verdiğini tartışmaya devam ediyor oluruz.

Edmund Husserl’in “yaşam dünyası” adını verdiği, kanıksamış olduğumuzdan genellikle farkına varmadığımız sosyal ve fiziksel çevremiz ve kendimiz üzerine neler söylüyor J.M. Coetzee’nin romanı? İsa’nın Çocukluğu’na (Can Yayınları / Çev. Bülent Doğan) bu pencereden bakmak istiyorum.

Çizim: JOE CIARDELLO

DÜŞÜNEN ROMAN!

Dışarısı, bütün kargaşa ve karmaşasıyla bizi gitgide birbirimize benzeten bir tuzağa dönüşürken yapabileceğimiz şeylerden birisi, yepyeni kavramlarla düşünmek. Kavramlara edebiyatın içinden bakmak ise iyi ve zevkli bir yol olsa gerek. Bizi yaşamın rastlantısallığından kurtaracak, bir süre için de olsa, dengeli ve pürüzsüz bir dünyada iz sürmemizi sağlayacak bir yol.

Sorgulayıcı düşünme, romanın üzerine inşa edildiği bir temelse eğer John Maxweel Coetzee’nin insani olabilirliklerin alanında dolaşan romanı, bu türün iyi örneği olarak görülebilir pekâlâ. Bunu, düşünceyle hayali aynı zamanda hikâyeyi tek bir müzik halinde birleştirdiğini de kastederek söylüyorum.

Utanç, Petersburglu Usta, Romancının Romanı, Barbarları Beklerken ve Kötü Bir Yılın Güncesi Coetzee’nin severek okuduğum, büyüsüne kapıldığım, üzerine kafa yorduğum romanlarıydı.

Saydıklarımdan ilk ikisi ve Barbarları Beklerken, hikâyeleri birbirinden çok farklı olsa da “ele geçirme” kavramını sorguluyor.

Erilin -ya da hâkim olanın- dişili ele geçirmesi ve buna tanıklık edenlerin duyduğu utanç... Toplumsal alanda da kişisel olanda da var olan ele geçirme bu; ikisini iç içe geçirerek ilerlemiş Coetzee.

Asıl önemlisi mağdurun yaşadıklarını sineye çekmesi meselesi. Romanı okurken mağdurun çaresizliğinde toplumsal kabulün ezici gücünü hissediyoruz.

Konu, toplumsal kabul meselesine dayanınca, uzun bir sorgulamadan ibaret olan roman türüne, bütünüyle edebiyata, ne kadar ihtiyacımız olduğu daha açık bir şekilde beliriyor.

Koşullarımız ve algımız tarafından belirlendiğimizin farkına varmamızı sağlayan, yaşamın ve insanın henüz keşfedilmemiş yönlerine mercek tutan, gerçeği hayalden ayırt etme yetisi kazandıran kurmacaya; onun betimleme gücüne olan ihtiyacımız.

Milan Kundera, Roman Sanatı’nda iki tür romandan söz ediyor:

“Bir tarafta, insan varoluşunun tarihsel boyutunu inceleyen roman var, diğer tarafta ise tarihsel bir durumun aktarılması, belli bir zamanda bir toplumun tasviri, romanlaştırılmış bir tarih yazısı niteliğindeki roman.”

J. M. Coetzee’nin romanı, onun “düşünen roman” dediği türden. Son derece çetrefil bir düşünceyi bir romana dahil eden ve onu çok hoş ve müzikal bir biçimde kompozisyonunun bir parçası haline getiren roman, sözünü ettiği. Bu romanlarda, yazar bir olayı da anlatsa, bir yüzü de betimlese fikir yürütmeler devam ediyor.

Roman - kurmaca - içinde yaşadığımız dünyanın modeli olarak göründüğü halde, onun göreceliği, kuşkuyu, sorgulamayı tanımayan; tek bir gerçeğe tutunma çabasına taban tabana zıt.

Edmund Husserl’in “yaşam dünyası” adını verdiği, tüm faaliyetlerimizin gerçekleştiği ve artık kanıksamış olduğumuzdan genellikle farkına varmadığımız sosyal ve fiziksel çevremiz ve kendimiz üzerine neler söylüyor Coetzee’nin romanı? Yazımın konusu olan İsa’nın Çocukluğu’na (Can Yayınları / Çeviren: Bülent Doğan) bu pencereden bakmak istiyorum.

İsa’nın Çocukluğu, neresi olduğunu bilmediğimiz - İspanyolca konuşulan - bir ülkeye göç eden bir adamın ve onun yolda karşılaşıp koruyuculuğunu üstlendiği bir çocuğun hikâyesi.

Uzun bir deniz yolculuğuyla geldikleri şehir Novilla. Adam Novilla’da çocuğun hiç hatırlamadığı annesini bulmayı umuyor. Daha önce altı hafta kaldıkları Belstar’daki kampta her gün İspanyolca dersi almışlar. İspanyolcaları çok akıcı değil.

Hesap cüzdanları ve adları - hatta yaşları - Belstar’da verilmiş. Yetişkin erkeğin adı Simon, çocuğunki David.

Yeni dünyaya uyum sağlamaya çalışırken başlarına gelenin yavaş yavaş ayırdına varıyorlar ve biz de - onlarla birlikte - durumun vahametini kavramaya başlıyoruz.

YAŞAMAK HER ŞEYDEN BÜYÜK BİR ŞEY!

Roman kişilerinin daha önce hangi ülkede, neler yaşadığını; hangi dili konuştuğunu, aile ilişkilerini, sevinçlerini, travmalarını bilmiyoruz. Hatta dış görünüşleri de ayrıntılı bir biçimde betimlenmiyor.

Karakterlerin her biri, o andaki varoluş sorunsalının özü neyse, onu anlamamıza yarayacak şekilde tanıtılıyor. Hayal gücümüz anlatılmayanları tamamlıyor. Örneğin David’in tasviri, onun bir şeylere tutunma isteğini anlamamıza yarıyor: “Boğazına kadar düğümlenmiş yün paltolu sıska, solgun yüzlü bir çocuk” hava sıcak olduğu halde üzerindeki paltodan ayrılmak istemeyen David.

Simon’ın ruh halinin de aynı nedenle farkına varıyoruz. Simon yeni karşılaştığı dünyada güçsüz hissediyor kendisini. Bir süre kendi güçsüzlüğünün sarhoşluğuyla karşı konulmaz bir düşme arzusu duyuyor. Yük taşıyıcılığı yaptığı yerde - rıhtım ile gemi bordası arasındaki boşlukta - başı dönüyor sürekli.

Oradan aşağıya rıhtıma çarpan dalgalara bakmaktan kendini alamıyor. Neden buraya gelmişlerdir? Neden bu - yeni - dünyadadırlar? Soruyu David soruyor.

Soru ve Simon’ın yanıtı pek çok şeyi düşündürecek güçte:

“Herkesle aynı sebepten buradayız. Bize yaşama şansı verildi ve biz de bu şansı kabul ettik. Yaşamak çok büyük bir şey. Her şeyden büyük.”

‘AŞİNA DÜNYA’NIN ‘YABANCILAR’I...

Yersizlik yurtsuzluk üzerine kurulu bir göç hikayesi okuyacağımı düşünürken giderek Coetzee’nin bundan fazlasına odaklandığının farkına varıyorum.

Düz bir çizgi halinde, daha çok diyaloglarla ilerleyen hikâyede varoluş, kimlik, boşluk, çatlak, unutmak, cinsellik, güzellik, annelik, babalık, çocuk yetiştirme, çalışma, eş-tözcülük, modernleşme gibi kavramlar yolculuğun her adımında sorgulanıyor. Romanın kurgusu buna izin veriyor çünkü.

Husserl’in sözünü ettiği “aşina dünya”da yaşayan, o dünyayı kanıksamış karakterler değil, onlar. “Yabancı dünya”yla ve o dünyanın değerleriyle karşılaşıyorlar sürekli.

Yeni dünyadaki insanların kendileri gibi, yaşayan bedenlerini çevreleyen, kişisel bir dünyaya sahip olduğunu görüyorlar.

Simon ve David kadar, Novilla’da yaşayan insanlar için de bu karşılaşma hayret verici bir keşif. Her adımda kendi dünyalarının sorgulanamaz bir gerçeklik olmadığını seziyorlar.

DON KİŞOT VE SANCHO’NUN GÖZÜNDEN İKİ FARKLI DÜNYA!

Simon, hikâyenin bir yerinde Toplum Merkezi’ndeki kütüphaneden David’e çocuklar için hazırlanmış resimli Don Kişot’u getiriyor. David, Don Kişot’u bir daha elinden bırakmıyor.

Simon’ın ona kitabı okuduğu sırada David, yel değirmeni resimlerine bakıp dört kollu bir devin o şekilde çizilmesine anlam veremiyor. Simon’ın Don Kişot’a ilişkin söyledikleri romanın bütününe yayılan düşünceyi ifade ediyor:

“Don Quijote … dünyayı farklı iki gözden sunar bize: Don Quijote’nin gözünden ve Sancho’nun gözünden.”

İsa’nın Çocukluğu’nun temelde yaptığı şey de dünyayı farklı bakış açılarından göstermeye çalışmak, yaşananların farklı boyutları olabildiğine işaret etmek.

Hiçbirimizin dünyayı başkasının gördüğü gözle görmediğimizi anlatmak bir bakıma. Düşüncelerimizin, söylediklerimizin, yaptıklarımızın kendi algımıza ilişkin olduğunu göstermek.

Bu nedenle roman boyunca farklı bakış açılarının bir şekilde karşılaştığı, bir araya geldiği ya da birbirinin yanından geçtiği anlara tanıklık ediyoruz.

DAVID’İN (İSA) HİKÂYELERİ

David, İspanyolca konuşulan bir ülkede elinde Don Kişot’u tutan çocuk. Simon, baba olmayan baba. David’e anne olan bakire Ines var bir de.

Bakire anne ve hayal gücü çok geniş olan David (İsa), yazarın ilham aldığı başka bir hikâyeyi daha düşündürüyor.

Diğerleri gibi, anılarını silip atan, köklerini bilmeyen David “nasıl vardığını bilmediği bir dünyaya dair kafa karışıklığı” içinde mi? O yüzden mi kendisini özel biri, hatta anormal biri olarak görüyor?

“Hayal kırıklığı ve isyan duyguları hissettiği, kendi cevaplarını bulmakta serbest olduğu kişisel dünyası”nda kendisi için mi hikâyeler uyduruyor David / İsa?

Milan Kundera Roman Sanatı’nda “Cervantes’le birlikte dünyayı bir karmaşıklık olarak algılamak, tek bir mutlak gerçeklik yerine birbiriyle çelişen bir yığın görece gerçekle (roman karakteri denilen hayalî ben’lerde saklı gerçekler) hesaplaşmak zorunda olmak, belirsizliğin bilgeliğinden başka hiçbir şeyden emin olmamak da yabana atılmayacak bir güç gerektirir.” diyor.

Don Quijote yanına Sancho Panza’yı alarak “önünde alabildiğine açılan bir dünyaya doğru yola çıkmıştı. Bu dünyaya özgürce girebilir ve ne zaman isterse evine dönebilirdi.”

Simon ve David’in Novilla’ya gelişi ile başlayan İsa’nın Çocukluğu da, yanlarına katılanlarla birlikte, yine yolculuğa çıkış ile sona eriyor. Yeni yaşamlarına başlayacakları yer, Estrellita.

Bir üçlemenin ilk kitabı olan İsa’nın Çocukluğu bana göre J. M. Coetzee’nin “Romanıncının Romanı” adlı kitabıyla diğerleri arasında bir yerde duruyor.

Coetzee’yi okumayı seven birisi olarak roman bana hayli zevk verdi. Hikâyenin büyüsüne kapılmaktan çok hikâyenin odaklandığı kavramlar üzerine kafa yormaktan hoşlananlar için iyi bir seçenek.

Üçlemenin diğer kitaplarının çevrilmesini bekliyorum. The Schooldays of Jesus ve The Death of Jesus’ı okuma olanağı bulduğumuzda belki hâlâ Cervantes’in Don Quijote adlı romanının hangi mesajı verdiğini tartışmaya devam ediyor oluruz.

www.idrak34.com
Editor : Şerif SENCER
SİZİN DÜŞÜNCELERİNİZ?
TÜRKİYE GÜNDEMİ
BUNLAR DA İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR
ÇOK OKUNAN HABERLER