Ülke ÖZETİ| olarak yüzyılın felaketini yaşadık. Deprem faciası onbinlerce canımızı aldı, yüzbinler evsiz, barksız, kimsesiz kaldı. Kapanması zaman alacak derin yaralar açıldı, dinmesi olanaksız acılar. Depremden sağ kurtulan milyonlarca insanımız için yaşam devam edecek, ancak hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Kolay değil, korkunç bir insanlık trajedisi yaşandı, yaşanmaya da devam ediyor.
Bu tür felaketler bir yanıyla büyük yitimlere, dayanılması güç acılara neden olurken, diğer yandan da her seferinde insanlığa ilişkin notlar alınmasına vesile olmakta. Bu deprem felaketinden de ne yazık ki insanlığa dair ilgniç ve bir o kadar da düşündürücü kareler yansıdı yaşam kamerasına.
Felaketin üzerinden iki gün geçmesine karşın enkaz altından çaresizce yükselen haykırışlar, “ışığı görüyorum, kurtarın bizi” diye bağırarak can verenler. Onlar ışığı görürken onları görmesi gereken gözler nereye bakıyordu, kulaklar neyi duymuyordu acaba?
Karda, kışta yaşlılar, çocuklar, bebekler, hastalar yıkıntılar arasında sığınacak bir yer ararken Kızılay’ın çadır bulamaması, günler sonra da çadırları depremzedelere ya da başka sivil toplum kuruluşlarına satmış olmasını unutabilir miyiz sizce? Üstüne üstlük konunun bir de siyasi tartışma alanına çekilerek “Satanın suçu varsa, alanın hiç mi suçu yok” biçimindeki açıklamalara ne demeli? İnsan olanın, insanlığa hizmeti kendisine iş ve sorumluluk edinmiş olanın, bu tür felaket ve afet durumlarındaki önceliği can kurtarmak değil midir? Neyin tartışmasını, kimin savunusunu yapıyoruz?
Deprem bölgesini gösteri sahnesine dönüştürenleri de unutmak mümkün olmayacak. Gündemde tam da seçim varken, böyle bir facianın meydana gelmesini fırsat bilerek trajediyi siyasi ranta dönüştürmeye çalışanlardan, dert dinlemek üzere bölgeye gidip de acılarını dile getirenleri azarlayanlardan, yıkıntılardaki insanlara bayram harçlığı dağıtıyormuşçasına tavırlar sergileyenlerden kareler hep kalacak anılarda.
MEDYAYA NE DEMELi?
Ya medyaya ne demeli? Reyting uğruna enkaz altında can çekişenlerle röportaj yapmaya kalkışan gazeteciler, felaketin üzerinden üç gün geçtikten sonra kurulan bir çadırın içini, saray koridorlarında dolaşıyormuş edasıyla anlatan muhabir, yaşamını yitirmiş insanların görüntülerini vermek için yarışan televizyonlar, onbinlerce can kaybı varken, olumluluklar olumsuzluklardan çok daha fazla, gerisi ıvır zıvır diyen medya mensupları nahoş bir seda olarak kalacak.
Ama bir yandan da bu tür felaketler insanlığın hâlâ ölmediğini anlamamıza vesile oluyor. Deprem bölgesine yiyecek, giyecek taşımak üzere seferber olan halkımızın o panik dolu koşuşturması, acının ve hüznün içerisinden umudun yeşermesi değil de nedir? Üniversite kampüslerinde öğrencilerin gerçekleştirdiği yardım seferberliği, kent ve ilçe belediyelerinin halkla omuz omuza gerçekleştirdikelri yardım kampanyaları, esnafın kampanyaya cömert desteği, tüm vatandaşlarımızın acıları sarmak üzere canla başla gayretleri bir insanlık dersi olarak unutulmazlar arasındaki yerini alacaktır. Depremzedelere yardım olsun diye elindeki tek buzağını satmaya çalışan o köylü kadın, sobasını odunla doldurup karlar içerisinde depremzedelere götürmeye çalışan o yaşlı kadın ve daha niceleri anılara insanlıktan kareler olarak düşecek.
Bu tür felaketler hiç yaşanmasa keşke, hüznün gölgesi şu kısacık hayatlarımızın üzerinden bir an olsun çekilebilse. Ama olmuyor, olamıyor. İnsanlık kendisi için huzurlu, acılardan uzak, hüzünden arınmış bir yaşam kuramadı ne yazık ki. Özellikle de ülkemizde yanlış politiklaar, yetersiz yönetimsel işleyişler, bireysel çıkar kaygıları vb. yönelim ve uygulamalar zaten zor olan hayatı çok daha zorlaştırıyor. Salgın ya da deprem gibi felaketler insanlığın başına gelebilir, ancak bu tür afet, facia ya da krizlere önceden hazırlıklı olabilmek de mümkündür. Bu da öngörülü olabilmek, sistem kurabilmek yetisini gerektirmektedir. Ancak o zaman olumsuz karelerin yerini olumlu kareler alabilir.
Editor : Şerif SENCER