Okuduğum kitaptaki şu satırlarda solduruyorum gözlerimi, o acı tufanının seyrindeyken: “Kapitalizmin beşiği olan İngiltere’de köylülerin topraktan zorla çıkarılmaları feodal lordların kapitalist toprak sahibi olarak dönüşmesine izin vermişti. Kapitalist işletmecinin gerek duyduğu esas unsur ücretli işçidir. Topraktan koparılan, mülksüzleştirilen köylüler, başka bir şansları olmadığından, ücretli işçi olarak çalışma zorunluluğu ile tanışırlar, böylece sadece tarımda değil, aynı zamanda kentlerde de kapitalist üretim şeklinin gelişmesine yol açılmış olur.” (*)
GÖÇLE GELEN
Köylünün ücretli işçiye dönüşmesinin öyküsü edebiyatımızda ne çok anlatıldı... 1950’den beri köylerden kentlere, yabancı ülkelere işgücü göçü akını sürüp duruyor...
Bu sürüklenişin ve ülkemizdeki toprak sorununun neden/niçinlerini en iyi anlatan romancımız Fakir Baykurt’a sormuştum bir gün: “Neden Almanya’ya gidip yerleştiniz?”
Şöyle yanıt vermişti: “Köyü anlattım. Köydeki insanı, toprak meselesini anlattım. Oradan kente göçünü de anlattım. O hikâyesini anlattığım insanlar bununla yetinmeyip iş gücü göçüne katıldılar... Kalkıp onların ardından gittim. Onları orada yazmak istedim. Neyi nasıl yaşayıp ettiklerinin yakından gözledim... Duisburg’u bu nedenle seçtim...”
Onun “Duisburg Üçlemesi” (Yüksek Fırtınalar, 1983; Koca Ren, 1986; Yarım Ekmek, 1998) böylece oluştu.
“Irazca Üçlemesi”ni, Kaplumbağalar’ını (1967), Amerikan Sargısı’nı (1967), Köy Göçüren’ini (1973), Keklik’ini (1975) okumadan ülkenin toprak meselesini, yağmalanışını, dışa bağımlılığını; bugün geldiğimiz yerin gerçeğini anlayamayız.
“Küçük köylülüğün” bu yağma düzenine nasıl sürüklenildiğinin öyküsüdür anlatılan... Eğitimden, üretimden, kültürden yoksunlaştırılarak mesleksiz bir güruh yaratıp ülke insanını “biat” anlayışına teslim etmenin sonucudur bu.
Anadolu’da gittiğimiz her kent bu yağmadan, talandan nasıl payını almış bunu gözlüyorsunuz.
“Maliksiz” denilen toprağın yeni sahipleri türeyince; suyunuz da, ormanınız da, verimli ekilebilir alanlarınız da işte bu yağmadan payını alıyor.
İZMİR, AH İZMİR!
Geçenlerde İzmir’de Tarık Dursun K.’yı andık. “1950 Kuşağı” içinde onun yerini anlatırken Hasangiller’i (1955), Rızabey Aileevi’ni (1957) okumadan bugünün İzmir’ini, kentin dokusunu anlamanız mümkün değil demiştim. Nail Çetin, Çiğli’yi (Leukai) anlatırken, İzmir’e göçün ilk durak yeri olduğundan söz etmişti.
Bir kenti var eden değerleri, insan ve doğa sevgisini anlatan bir kuşağın yazarıydı Tarık Dursun K. Çokkültürlü, çokkimlikli İzmir’i onun anlatılarında solurdunuz.
Açın “İmbatla Dol, Kalbim” öyküsünü, şu satırları okuyun dilerseniz:
“Tam o sıraydı, sırtımızda ince bir serinlik duyduk. Ensemizden şakaklarımızdan dolanıp boynumuza da inen ter kurumaya başladı. Saçlarımız dalgalandı, kaşlarımız gerildiler. Durmuş sandığımız yüreğimizin gürültüsü kulaklarımıza vurdu. Sustuk.
‘Yaşasın imbat!’ dedi, bağırdı atletli adam, ‘Hey çocuklar, imbat çıktı!’
İlk kez pencereye gelip duran o genç kadın, Kerim’in kucağına doğru mosmor bir sardunya savurdu. Kerim havadayken yakaladı sardunyayı, acı kokusu imbatla çevremizi sardı. İçimize çektik. Sahiden imbatlı sardunyaydı.”
Sahi yazmıştım da şunu: Akdeniz Ege’den başlar…
Onca yağma, talanı yıkım boşuna. İnsanlık yürüyor aydınlığa, geleceğe, umuda ve dayanışmaya. Bakın Karadeniz’e, Ege’ye anlarsınız bunu.
(*) Bildiğimiz Tarımın Son: Küresel İktidar ve Köylülük / Çağlar Çeyder, Zafer Yenal / İletişim Yayınları / 237 s. / 2021.
Editor : Haberpanelim