“Ahap’ın ÖZETİ| bütün hayatı bir balinayı öldürmeye çalışmak üzerine kuruludur. Ahap için üzülüyorum çünkü bu balinayı öldürebilirse yaşamının daha iyi olacağını düşünüyor ama gerçekte, bunun ona hiç faydası olmayacak.”
Herman Melville’in ünlü romanı Moby Dick, namı diğer Beyaz Balina, esin kaynağı olduğu Samuel D. Hunter’ın ödüllü oyunundan sonra Darren Aronofsky’nin cüretkâr ellerinde yeniden hayat buluyor. Kaptan Ahap’ın yaşamını Moby Dick’i öldürmeye adaması gibi, tek bir kanepeden mürekkep varlığına savaş açan obez bir adamın öyküsünü teatral bir biçemle sinemalaştırıyor.
Uzak bir planda, neredeyse bir daha -final dışında- göremeyeceğimiz güneşli bir havada açılan Balina (The Whale), biraz sonra öyküyü ele geçirecek yağışlı havanın habercisi soluk bir renk paletiyle başlıyor. Hemen sonra, üniversitede çevrimiçi ders veren Charlie’yle (Brendan Fraser), öğrencilerine göstermediği yüzü-bedeniyle tezat sesi ve konuşması eşliğinde tanışıyoruz. Öğrencilerinden bir deneme yazmalarını istiyor ancak hislerinde açık olmalarını öğütlüyor. Çünkü bu, aslında kendisine açtığı savaşın en önemli nedenlerinden biri ve Balina’nın drama havzasını besliyor.
Bir süre sonra başlayan ve film boyunca devam eden yağmur, fırtınaya yakalanmış bir gemi gibi, gizlendiği evin içinde münzevi bir yaşam sürdüren Charlie’nin soyut olarak ağlayan somut olarak sürekli terleyen bedeninin bir yansımasına dönüşüyor. Balina misali, görünen ve görünmeyen prangalarla kanepeye bağlanmış bir adamın karakterinde Moby Dick ve Ahab aynı anda beden bulurken; simgesel olarak aralarındaki ilişki, Charlie’nin yaşamındaki hataları düzeltmek yönündeki beyhude çabasıyla görünürlük kazanıyor. Moby Dick’in alegorik olarak insan-doğa, insan-toplum arasındaki çatışmayı anlatmasından hareketle, Charlie’nin ona bakan arkadaşı, misyoner bir gencin “yeni yaşam” çağrısı ve özellikle kızı ile eski karısıyla tetiklenen utanç krizleri ise ahlak, din, toplum ve insan mirası yörüngesinde seyrederek filmi katmanlandırıyor.
Çünkü Balina’da mevzubahis, yalnızca haddinden fazla yiyen obez bir adamın yaşamı değil, daha çok kendini hapsettiği evinde, hataları yüzünden acı çeken bir ruhun çığlıkları... Ara sıra penceresine gelen kuşla “bir anlığına acıklı yaşamından kurtulsa da”, peşini bırakmayan geçmişi her defasında bedeninden daha fazla vazgeçmesine neden oluyor. Charlie’nin pişmanlıkları yüzünden hastalanan kalbi ve ıstırap çeken ruhu Brendan Fraser’ın gözlerinden taşıyor; oradan da hırıltılarıyla yankılanan odaya ve rutubetli havasına karışıyor. Aronofsky’nin alışık olduğumuz zorlayıcı anlatısı, kamerasını emanet ettiği Matthew Libatique’in çerçevelemesiyle katlanıyor. Ve çoğunlukla yakın planda izlediğimiz Charlie’nin ıslak yüzünün ve içten içe ölen bedeninin odaya sinen kokusunu dahi hissetmenize neden oluyor.
Bu noktada Balina’nın tek hatası ise grotesk stiliyle taban tabana zıt melodramında saklı. Film boyunca seyircide acıma veya şefkate yönelik herhangi bir duyguya izin verilmezken, özellikle finalde beklenen özdeşleşmeyle paralel duygusallık kekremsi bir tada yol açıyor. Bununla birlikte Brendan Fraser’ın Oscar adayı parlak performansının bu doku uyuşmazlığının üstesinden gelecek kadar ‘cüsseli’ olduğunun altını çizmek gerek. Fresar, göz alıcı bir makyaj ve aşağıda konumlanmış bir kamera yardımıyla tüm heybetiyle karşımızda, ayakta dururken, “sadece kısa bir süreliğine, kendi yaşamımız üzerine düşünmemizi sağlıyor.”
PUANIM: 7/10
Editor : Şerif SENCER