Eski Türk Edebiyatı, içine aldığı birçok yüzyıl ve sayısız şairiyle bu karışıklıkların sayıca oldukça fazla olduğu bir dönem. Durum böyle olunca da dönem içinde ortaya çıkan beyit ve şiir sayısının uçsuz bucaksız olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Peki bu karışıklıkların sebebi neydi ve bu rubâi, Mevlânâ’ya ait değilse kimin kaleminden dökülmüştü?
Yaşamının neredeyse tamamını “Diyâr-ı Rûm”da geçirdiği ve bu bölgedeki Konya’yı vatanı bildiği için “Rûmî” sıfatıyla anılan Mevlânâ, “vahdet-i vücûd” (varlığın birliği) ve ilahi aşk konulu şiirleriyle tanınır.
Kendine özgü edebi dili ve sanatıyla dikkati çeken Mevlânâ, beyitlerini genellikle Farsça kaleme alsa da Türk zevki kendisini her ince ayrıntıda gösterir. Şair, gazellerinde eğitici ve öğreticilikten yanayken; Mesnevî’sindeki heyecan, coşku ve lirizm de oldukça ön plandadır.
13. yüzyıl Eski Türk Edebiyatı'na sanatıyla yön veren Mevlânâ; Mesnevî, Divan-ı Kebir, Fîhi mâ fîh, Mecâlis-i Sebʿa ve Mektûbât olmak üzere 5 esere sahiptir ve bunların dışında da çok sayıda manzume ve rubaileri bulunmaktadır.
Dönem içerisinde oldukça ses getiren, yankıları ve tartışmaları hala devam eden "Yine gel, yine gel! Kim olursan ol, yine gel!" sözleri de Mevlânâ ile ilişkilendirilen en yaygın rubâilerden.
Orijinal haliyle, "Yine gel, yine gel! Kim olursan ol, yine gel! Kâfir, mecûsî, putperest olsan da yine gel! Bu bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir. Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel! manzumesinde en genel kanaat, bu cümlelerin Mevlânâ’nın düşüncelerine ters düşmediğidir ancak bu durum, rubâinin Mevlânâ’ya ait olduğunu doğrulamaz.
Mevlânâ’nın, eserlerini kendisinin yazmadığı bilinen bir ayrıntıdır.
Şairin, Mesnevî eserinin Mevlânâ Müzesi’nde sergilenen ve Kültür Bakanlığı tarafından tıpkı basımı yapılan 677/1279 tarihli nüshasının sonunda, eserin Çelebi Hüsâmeddin tarafından “Mevlânâ’ya okunan” nüshadan temize çekildiği dair kayıt mevcuttur.
Ancak şairin yaklaşık 40 bin beyitlik Dîvân-ı Kebîr’indeki şiirler için böyle bir denetim mümkün olmamıştır. Bu sebeple de mahlâs benzerliği veya başka nedenlerle aslında Mevlânâ’ya ait olmayan çok sayıda şiir, Dîvân-ı Kebîr nüshalarına girmiştir.
Yine de eserin bilimsel metni, İranlı âlim Bedîuzzaman Furûzanfer tarafından, 9 eski yazma karşılaştırılarak ayıklanmıştır ancak rubâiler için bu incelemelerin yapıldığını söylemek mümkün değil.
Bedîuzzaman Furûzanfer, bu incelemesi sonucunda rubâilerin tamamının Mevlânâ’ya ait olmadığını ve bunlar arasında Mevlânâ’dan önce veya onunla aynı asırda yaşamış başka mutasavvıflara nispet edilmiş olduğunu ifade eder.
Furûzanfer, manzûmelerin kaynak yönünden kritiğini yapacağını bildirmişse de bu çalışmayı gerçekleştiremeden vefat eder ve belirsizlikler günümüze dek varlığını korumaya devam eder.
Esasen bu karışıklıklar, dönem içinde bilhassa rubâi yazan ve söyleyenlerin oldukça karşılaştığı bir durumdur.
Çünkü Fars edebiyatında gazelden önce hatiplerin, vaizlerin ve mutasavvıfların gözdesi rubâi idi. Hatipler konuşmalarını, edipler ise yazılarını içerisinde veciz ifadeler ve derin manalar taşıyan bu iki beyitlik manzûmelerle süslerdi.
Ancak içerisinde mahlas bulunmadığından, zikredilen hangi rubâinin kime ait olduğu bilinmez ve ilk kez söylenene mâl edilir, mecmua ve defterlere öyle geçirilirdi. Hatta aynı manzumelerin birkaç şaire ait olduğu bile ifade edilirdi.
Elbette bu karışıklıklarda fikirlerdeki birlik ve beraberliğin; belirli bir ilim ve hikmet sahibi olmanın verdiği benzerliklerin etkisi de oldukça fazlaydı.
Yine de bahsi geçen bu rubâinin kime ait olduğu noktasında iki isim ön plana çıkar.
İlki “Baba Efdal” olarak bilinen ve 1260’ların sonunda ölen İranlı şair “Efdalüddin-i Kâşânî ve Mevlânâ ve Baba Efdal’den iki asır önce yaşamış olan Horosanlı Sufî şair “Ebû Saîd-i Ebu’l-Hayr’dir.
Bu öngörülerin sebebi, bahsi geçen iki şairin edebi üslup anlamında Mevlânâ’ya oldukça fazla benzemesidir fakat yukarıda da bahsettiğimiz sebeplerden dolayı bu durumun doğruluğunu ispatlamak mümkün değildir.
Bu manzumenin Mevlânâ’ya ait olduğu zannedilmesinin arkasında bir neden daha bulunmakta.
Abdülbaki Gölpınarlı .via-text { background-color: rgb(0,0,0); /* Fallback color */ background-color: rgba(0,0,0, 0.4); /* Black w/opacity/see-through */ color: white; font-weight: 300; font-size: 0.75em; position: absolute; bottom: 0%; right: 0; z-index: 2; padding: 5px !important; text-align: left; }
Mevlânâ’ya ait olmadığı halde bu dizelerin onunmuş gibi addedilmesinin sebebinin, Mevlânâ Müzesi görevlilerinden M. Necati Elgin ve Mevlânâ’nın eserlerinin tamamını Türkçeye çevirmiş olan Abdülbaki Gölpınarlı tarafından hatalı şekilde ‘Mevlana rubâîsi’ olarak yayılmasından kaynaklandığıdır.
Bu durumlardan sonra mutasavvıf Şefik Can, Murat Bardakçı ve İlber Ortaylı gibi isimler bu beyitlerin Mevlânâ’ya ait olmadığını ifade ederek bu karışıklığın önüne geçmek için açıklamalarda bulunmuştur.
Mevlânâ'ya ait olduğu iddia edilen tek şey, bu satırlardan ibaret değil.
Mevlânâ denilince akla ilk gelen oturur biçimdeki bu resmi olsa da, aslında bu görselin kendisini temsil ettiğinin herhangi bir doğruluk payı bulunmamakta. Bu görselin, dönemin Mevlânâ Müzesi müdürüne İran gezisi esnasında hediye edilmesinin ardından Konya Mevlânâ Müzesi'ne getirilmesi ve kartpostal olarak basılmasıyla, Mevlânâ'ya aitmiş gibi kullanılmış ve bu iddia da böylelikle yayılmıştır.
Ancak yaygın bilinenin aksine Mevlânâ, Eflaki Ahmet Dede'ye ait "Menakıb'ül Arifin" isimli eserde ortanın biraz üstünde boyu olan, hafif çekik gözlü, soluk benizli ve oldukça zayıf olarak tasvir edilmiştir.
Ayrıca görselin aksine sakalı kısadır. Yine Ahmet Dede'nin bu eserinde Mevlânâ'nın, uzun sakal bırakmanın kişide gururlanmaya neden olabileceği düşüncesine sahip olduğu da ifade edilir.
Kaynaklar: İSAM, İslam Ansiklopedisi, Dergi Park, Malumat Furuş