Sokak pazarlarının duygu dünyamla bir alakası, çocukluğuma uzanan bir yanı var. Gezdiğim yeni kentlerde pazar yerlerini görmek istememin, dolaşırken duyduğum merak ve heyecanın çok eskiyle ilgisi olduğunu seziyorum. Bit pazarları, köy pazarları, hediyelik eşya pazarları, sosyete pazarları, çiçek pazarları, giyim pazarları… Her yeni pazarda belleğimin derinlerinde gizlenen anıları yakalar gibi oluyorum. Boşnak babaannemle kasabamızın haftalık perşembe pazarında gezdiğim günlere dönüyorum.
Yaşımı hatırlamayacak kadar küçüktüm. Babaannem başörtüsünü takıp baharlık açık renk mantosunu giydikten sonra yola çıkmıştık. Her becerikli kadın gibi acelesi olurdu babaannemin. Alışveriş yapılacak, yemek ocağa konulacak, camlar silinecek, ev temizlenecek… Ben onun eline sıkı sıkıya yapışmış, koşar adım ilerlerdim yanında. Pazardaki tezgâhların önünde belirli bir kalma zamanı olurdu. Ürünlere iyice bakacak kadar uzun ama satıcıyla pazarlığa girmeyecek kadar kısa. Düzenli gittiği bir tezgâhın önüne dikilip adamdan izin almadan çizgili pazar çantasına elmaları hızlı hızlı doldurur, “Bunların yarısı çürük” diyerek satıcıyı paylardı.
Adamın “Abla”lı cümlelerle ikna etmeye çalıştığı babaannem “Bu yetişir” diye parayı bırakır, “Bak bir daha gelmem” diyerek itiraz eden adamı sustururdu. Pazarda pazarlık yapılması adettendi. En iyi fiyata en iyi ürünü almak için pazarı birkaç kez dolaşırken ben yerde ezilmiş elmalara, göbeği patlamış portakallara, arada tenteye asılmış ender bulunan muzlara bakar, hoş kokuların arasında bulunmaktan mutlu olurdum. Bir pazarcı elime bir elma tutuşturursa kazağıma sildikten sonra sulu meyveyi dişler, o sırada iki eli dolu olan babaannemin mantosunun eteğine tutunurdum.
Bir keresinde pazarın canlı hayvan bölümünde bulduk kendimizi. Babaannem tavuklara bakıyor, burun kıvırıyor, dişli bir satıcıyı pazarlıkta alt etmeye uğraşıyordu. Bense karton kutunun içine sıkıştırılmış, sarı pamuk topları gibi görünen civcivlere büyük bir aşkla bakıyor, hangi noktada babaanneme bir civciv için yalvarsam diye düşünüyordum. Civcivler küçük kafalarını havaya kaldırıyor, incecik sesleriyle ötüyor sonra birbirlerinin üstüne çıkıyordu.
TERS BAKAN TAVUK
Babaannem sonunda pazarlığı bitirmişti. Kimin kazandığından emin değilim. Adam bir tavuğu bacaklarından bağladı ve baş aşağı ona uzattı. Babaannem torbalarını düzenledi, tavuğu eline aldı. Tavukla göz göze geldik. Hayvan bağlarından kurtulmak için başını oynatıyor, boğazından tuhaf sesler çıkarıyordu.
“Tut şunu ve buradan bir yere ayrılma” dedi babaannem ve kalabalığın içinde kayboldu. Ben pazar torbalarının ve ters tavuğun bekçisi olarak kalakaldım yerimde. Tavuğun ayak derilerine değmek midemi kaldırıyordu. Hayvan korkumu sezmiş olacak ki, bacaklarımı gagalamak için bana doğru hamleler yaptı. Tavuğu kendimden uzaklaştırmaya çalıştım ama kanatlarını açıverince bastım yaygarayı. Öyle bir bağırmışım ki satıcı imdadıma yetişti. Tavuğu elimden aldı, tezgâha yatırdı.
Tavukla ilk girdiğim pazarlığı kaybetmenin utancıyla torbaların başında babaannemi bekledim. Eşyaları alıp yola çıktığımızda tavuğun hâlâ bana ters ters baktığını görebiliyordum. “Bana bakıyor” dedim babaanneme sokularak. “Korkmuştur” dedi babaannem düz bir sesle. “Öleceğini hissediyor”.
Babaannem, ters tavuk ve ben sessizlik içinde eve yürüdük. Bir kaç saat sonra çöp tenekesinin çevresinde uçuşan tüyler benden yardım dileyen tavuğun kısacık öyküsünün sonuydu. O akşam sofradaki tavuklu yemeği ağzıma sürmedim.