Diğer bir deyişle, halkların hoşnutsuzluğu, sendikaların eylemleri, hak ve güvenlik talepleri, bizzat kapitalist devletlerin hükümetlerinde, bürokratlarında, medyasında düzenin geleceğine ilişkin kaygıları artırıyor. Hükümetler, toplumsal istikrarı ve kapitalizmin uzun dönemli çıkarlarını korumak adına, kısa dönemde sermayenin serbestliklerini sınırlayacak önlemler üzerinde düşünmeye başlıyor. Bu düşüncelerin karanlık yüzünde de grevleri, protesto gösteri haklarını, ifade özgürlüğünü sınırlama eğilimleri var.
Bu basıncın etkisiyle, Avrupa Birliği Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen, “enerji fiyatlarının yükselme eğilimini bastırmaya kararlı olduklarını” açıklıyor, “piyasalara acil müdahaleden”, “yeni bir piyasa modeli arayışından” söz ediyor. Belçika Enerji Bakanı Tinne Van der Straeten, “piyasaların işlemediğini, acil reform gerektiğini” söylüyor. Fransa’da hükümet elektrik dağıtım şirketi EDF’yi devletleştiriyor. Bu devletleştirmeye karşın, AB yönetimi, Fransa’yı destekleyerek bu tekelin parçalanmasını talep etmeyeceğini açıklıyor.
İngiltere’de, Thatcher zamanında yapılan su özelleştirmelerini, bizzat yapanlardan biri “dolandırıcılık” olarak niteliyor. Su arıtma tesislerinden denize dökülen atıkların milyonlarca insan tarafından paylaşılan video klipleri, enerji, taşımacılık sektörlerinin patronlarının müstehcen maaşları, ikramiyeleri, bu kış ortalama işçi maaşını aşması beklenen enerji faturaları, ulusal sağlık sisteminde, kanserli hastaların bile aylara uzanan bekleme süreleri, tüm bu sektörlerin kamulaştırılmasına, sermayenin vergilerinin artırılmasına ilişkin taleplerin halk arasında giderek güçlenmesine yol açıyor. Bu ortamda, günlük yaşamı aksatan grevler halk arasında destekleniyor, koordine bir fiili genel grev olasılığı bile anlayışla karşılanıyor.
Gıda fiyatları krizi karşısında, ekonomiye devlet müdahalesi talebi, küresel tahıl ticaretinin yüzde 70 ila 90’ını kontrol eden dört dev şirketi The Archer-Daniels, Bunge, Cargill ve Louis Dreyfus da üzerlerine bir kerelik büyük vergi konması talebiyle hedef alınıyor.
Kısacası, “demokrasi” ve “serbestlikler” arasındaki denge bozulmaya, çelişki yönetilemez bir faza geçmeye başlıyor.
HIZLA SAĞA KAYIŞ
“Demokrasi” ve “serbestlikler” arasındaki denge bozulmaya, çelişki yönetilemez bir faza geçmeye, eğer verimli işleyen bir “güçler ayrılığı”, “ikili yapı”, “bağımsız” bir medya ve bunları güvenceye alan bir anayasa olsa bile ekonomik, kültürel kutuplaşma derinleşmeye devam ediyorsa, bu noktadan sonra iki olasılıktan söz edilebilir: Ya süreç serbestliği korumaya kararlı kapitalist sınıfların da desteğiyle hızla sağa kaymaya ve “süreç olarak faşizme” dönüşmeye başlar ya da haklar ve özgürlükler genişlemeye “serbestliği” sınırlamaya devam eder. Bu son durumda da iki olasılık var: Ya süreç ivme kazanarak daha önce işaret ettiğim gibi kapitalizmin ötesine geçmeye başlar. Ya da kapitalist sınıf ve halk sınıfları arasında demokrasiyle serbestlikler arasındaki çelişkiyi, bu yeni durumda (belki yeni bir sermaye birikim rejimi üzerinde) düzenlemeye olanak veren yeni bir mutabakat oluşur.
Son 30-40 yılınkinden farklı, halkın ve işçi sınıfının, türlü kimliklerin taleplerine bir ölçüde cevap verebilecek, “serbestliği” de koruyabilecek yeni bir liberal demokrasi şekillenebilir.
AŞINMA VE PARÇALANMA
Ne ki liberal demokrasinin örnek ülkelerinde, son yıllarda devlet yapısında, “güçler ayrılığı” sistemi ve devletin “ikili” yapısı (atanmışlarla seçilmişler arasındaki ilişki) hızla aşınıyor. ABD’de Trump, İngiltere’de Johnson yönetimleri, Polonya, Macaristan, Türkiye, Tunus, Mısır gibi az gelişmiş ülkelerde görülen pratikleri benimseyerek yargının ve bürokrasinin bağımsızlığını zayıflatmak için çabaladılar. Johnson hükümeti, meclisi bile askıya almaya kalktı. Her iki politikacının yönetimleri döneminde yalan söylemek, siyasilerin yolsuzluklara karışması, “ahbap çavuş” ilişkileri sıradanlaştı. Her iki siyasetçi, Johnson Brexit referandumu döneminde, Trump seçimlere giderken, toplumsal kutuplaşmaya, karşıtlarını şeytanlaştırmaya yatırım yaptılar. Trump taraftarlarını yalanlarla kemikleştirmek hatta silahlı “kalkışmaya” özendirmek için özel çaba gösterdi. Trump seçimle, Johnson istifaya zorlanarak yönetimden uzaklaştırıldılar. Ancak hem liberal demokratik devletin yapısında onulması zor yaralar açtılar hem de toplumsal realitenin parçalanma sürecini hızlandırdılar.
Şimdi başta ABD ve İngiltere olmak üzere birçok gelişmiş ülkede, siyasi-kültürel kutuplaşma derinleşirken egemen ideoloji verimliliğini kaybediyor, “toplumsal gerçeklikte” yaşanan parçalanma içinde, biri “ötekini” yaşam tarzına bir tehdit, ulusal çıkarla çelişen bir düşman olarak gören siyasi kültürel kamplar oluşuyor.
Bu durumda, demokrasiyle “serbestlikler” arasındaki çelişkiyi yeniden düzenlemeye olanak veren, yeni bir mutabakat oluşması, halkın ve işçi sınıfının haklarını genişletecek, türlü kimliklerin taleplerine bir ölçüde cevap verebilecek, “serbestliği” de koruyabilecek yeni bir liberal demokrasinin şekillenme olasılığı gittikçe uzaklaşıyor. Öyleyse haklar ve özgürlükler için mücadele giderek daha da bir önem kazanıyor.
Bu ortamda, düne kadar tek yönetim ideolojisi liberalizm olan Avrupa Birliği’nde, İngiltere, Almanya, Fransa hatta ABD gibi merkez ülkelerde, devletin, dolayısıyla bürokrasinin, ekonomiye ve piyasa ilişkilerine müdahale etme, hatta “kutsal” mülkiyet hakkını sınırlama eğilimi zorunlu olarak seçenekler arasına giriyor, grev hakkını sınırlama eğilimi de yeniden canlanıyor. Diğer taraftan, bir Oxford Üniversitesi araştırması, Avrupa’da, “bir güçlü lider” arzulayanların oranının gençler arasında, son 20 yılda ikiye katlanarak yüzde 60’a ulaştığını gösteriyor. Belli ki “zamanlar” hızla değişiyor.