Son günlerde sosyal medyada olay olan bir çocuk var, annesine ideal bir çocuğun nasıl olması gerektiğini anlatmıyor, adeta haykırıyor. Binlerce yorum geldi. Kimileri çocuğun oyunculuk yeteneğine vurgu yaptı, kimileri siyasetçi olma potansiyeline dikkat çekti, kimileri de o yaştaki bir çocuğun aile büyüklerine böylesine meydan okumasına tepki gösterdi. Sonuç olarak çocuk bu çıkışıyla yüzbinlerin dikkatini çekmiş oldu. “O bir çocuk ve sevimliliğiyle ilgileri üzerinde toplaması normal” deyip geçmek mi lazım peki?
Durum oldukça ciddi aslında. Çocuğun videosunu izlerken kat kat yükselen binalara kaydı gözlerim. Gökyüzünü perdeleyen, insanları güneşin doğuşunu, ayın parlayışını, yıldızların göz kırpışını görmekten alıkoyan apartman katlarına hapsolmuş çocukları düşündüm bir an. Kentin sokakları, caddeleri çocuklara yasak ama koşturabilecekleri, doğayla iç içe olabilecekleri ortamlar da sunulmuyor. Ortalama sosyoekonomik koşullara ve yeterli duyarlığa sahip aile ortamındakiler belki biraz daha şanslı. En azından alışveriş merkezlerindeki oyun parklarında zaman geçirme fırsatını yakalayabiliyorlar ama bundan yoksun olanlarda o da yok. Ev ve okul arasına sıkıştırılmış, derslerle, sınavlarla baskılanmış bir yaşam...
Bir zamanlar kentli denildiğinde akla eğitimli, aile terbiyesi almış, aklı başında, rafine insanlar gelirdi. Şimdiki kent ortamına bakıldığında tam anlamıyla sıkıştırılmış, bastırılmış, karmaşıklaştırılmış, plansız bir görünüm dikkati çekiyor. Yine bir zamanlar kentli, taşralı, köylü gibi ayrımlar vardı ya, şimdilerde en azından bizim ülkemizde artık bu da yok. Kentlinin, kasabalının, köylünün kendine özgü yaşam biçimleri, kendilerine özgü kültürleri, dolayısıyla da özgün bir karakterleri vardı. Örneğin, “Dünyanın metropol kenti İstanbul’u Anadolu’nun falanca köyünden ya da kasabasından ayıran en belirgin özellik nedir” diye baktığımızda nicel farklılıktan başka öne çıkan bir ayırt edici unsur görünmüyor. Köy ve kasaba halkının yığınlar halinde kentlere akması sonucunda ortaya çıkan durum bu. Plansız iç göç, denetimsiz mülteci akışının ardından sıkış tıkış hale gelen, yeşilden griye, beton yığınına dönüşen kentler. İşte o çocuğun haykırışı bundan dolayı. Yeşili alınmış, doğayla bağı koparılmış bir ortamda yaşamaya mecbur bırakılışın isyanı.
Kent ortamı insanlara, özellikle de çocuklara güvenli bir yaşam ortamı sunmaktan da uzaklaşıyor. Komşuluk ilişkilerinin neredeyse tümüyle sona erdiği, insanların birbirlerine kuşkuyla baktıkları, herkesin diğerinin varlığından rahatsız olduğu, birbirine yabancılaştığı bir ortamda çocuk olmak o kadar da kolay olmasa gerek.
Sosyal devlet mekanizmasının işletilmemesinin, uygun aile plan ve politikalarının geliştirilememesinin faturasını da ne yazık ki çocuklar ödüyor. Ebeveynleri tarafından bebek yaşta bakıcılara ya da kreşlere emanet edilen çocuklara sağlanan ortamlar yeterince güvenli ve sağlıklı mı? Sorunun yanıtı çocuk psikoloji kliniklerinde randevu sırası bekleyen çocukların sayısı. Aile büyüklerinin, anne babalarının sevgisinden yoksun çocuk ne denli profesyonel ellerde yetişirse yetişsin bir şeyler eksik kalır. Büyük paralarla özel okullarda iyi eğitim aldırılabilir, önemli mesleki konumlara gelebilir, ancak sevgi ve güven eksikliği, ilerde onun iş, aile ve sosyal yaşamında ve bunun gibi ortamlardaki ilişkilerinde ciddi hasarlar oluşturabilir.
Dolayısıyla da bu çocuğun isyanının hafife alınmaması lazım. “Bir çocuğun hoşluğu, sevimliliği, patavatsızlığı, cesareti” diye düşünüp geçmek yerine günümüz kent ortamında, çocuklara daha güvende olup yaşamdan keyif alabilecekleri, insanca yetişebilecekleri ortamlar sunmak için plan, program yapmak gerekir. Burada işin bir kısmı ailelere düşüyor elbet, ancak asıl çözüm devletin soruna el atmasında. Sosyal devlet anlayışının geliştirilmesi ve yerleştirilmesi çok önemli. Çocuk ya da yetişkin, her bir vatandaşın uygun yaşam koşullarına sahip olması için kapsayıcı sosyal devlet politikalarının geliştirilmesi ciddi önemdedir. Çocukların haykırışlarının sevinç çığlıklarına dönüşmesi de ancak bu şekilde mümkün olur.