Türkiye’deki ilk kişisel serginiz “Obsidyen”, Evin Sanat Galerisi’nde ziyarete açıldı. Sergi aynı zamanda 5. 212 Photography Istanbul’un ana sergileri ve 17. İstanbul Bienali’nin paralel etkinlikleri arasında yer alıyor. Projenin nasıl başladığını anlatır mısınız?
Türkiye ile olan bağlarım sebebiyle uzun zamandır bir çok karma sergi ve fuara zaten katılmıştım. İstanbul Modern, Evin Sanat Galerisi, Bantmag Havuz/Bina ve ARTIST İstanbul Sanat Fuarı’nda fotoğraflarım sergilenmişti. Evin Sanat Galerisi’nin kreatif direktörü olan Osman Nuri İyem Amerika’dan tanıdığım eski bir dostum. Onun davetiyle bu sergi şekillendi ve 212 Photography İstanbul kapsamında açmanın da doğru bir zamanlama olacağını düşündük.
Obsidyen/Obsidian sergisi uzun yıllardır üzerine çalıştığınız serilerinizden bir araya getirilmiş bir seçkiden oluşuyor “Birlikte Yalnız (Alone Together)” ve “Nemesis”...
Evet, seçkiyi uzun yıllardır üzerine çalıştığım iki farklı serinin ortak noktalarını göz önünde bulundurarak oluşturdum. İlki pandemide eve kapandığımız dönemde ailemi merkeze aldığım Birlikte Yalnız (Alone Together). Bu dönemde, editöryel iş olmadığından günlük hayatıma uzun bir süredir ilk kez bu kadar odaklanabiliyordum. Hayatımda ilk kez etrafımdaki aciliyetlerin her birinin her daim, başka hiçbir konuda endişe duymadan fotoğraflanabileceğini hissettim. Özellikle böyle eşikte bir yerlerdeyken, sadece olup bitenlere bakabilmek ve olmalarını izleyebilmek ayrı bir netlik getiriyor. Editoryal çekimlere girmemek bir sanatçı olarak duyarlılıklarımı yeniden hizalamama yardımcı oldu. Bu seri aslında ailecek günlük rutinimizi anlatan samimi karelerden bir araya geliyor.
İkinci seri Nemesis ise fotoğrafladığım insanlarla ve çevremle yakınlık kurmayı amaçladığım eterik bir maceranın sonucuydu. İnsanların uyandıklarında bir rüyanın son anlarına nasıl tutunmaya çalıştıklarını düşünerek, rüyalarımın silik kalıntılarını, yani bu düşsel manzaraları imgelere aktarmaya çalıştım. Bu iki serinin ortak duyarlılıkları olması sayesinde de bir arada uyumlu bir seçkide buluştular.
Obsidyen, volkan taşı olarak bilinen siyah ve katmanlı bir taş. Serginin isminin obsidyen olmasında bu taş arasındaki bağ nedir?
Bu taşın varoluş sebebinin ham enerjiden gelmesi beni her zaman heyecanlandıran bir olgu olmuştur. Obsidyenin keskin ve mutlak siyah olması, mitolojide gerçeği ortaya çıkaran bir taş olarak görülmesine sebebiyet verir. Ayrıca obsidyen, sergi metninde Stephen Frailey’in de bahsettiği gibi Aztek rahiplerinin de kehanetleri duyumsamak için kullandığı bir ayna olarak görülürdü. Sergideki fotoğraflarımdan birinin adı da zaten Obsidyen idi ve ben de fotoğraflarımda, hem Aztek rahipleri gibi gerçeği ortaya koymaya çalışırım, hem de bunu durumları ve olayları ham enerjisiyle yakalamaya çalışarak yaparım. Sergiyi bu taşın antik çağlardan beri kullanıldığı bir coğrafyada açıyor olduğumdan, kararımı vermek çok da zor olmadı.
Fotoğraf çekmeyi nasıl tanımlarsınız, size ne ifade ediyor?
İnsanları yakından tanımayı ve anlamayı çok seviyorum, dolayısıyla fotoğraf bana çok doğal gelen ve insanlarla daha yakın bağlar kurabildiğim bir alan. Fotoğraf çekmek, gençliğimde edindiğim meraklardan beni en çok heyecanlandıran ve hiç bırakamadığım oldu. Kamera arkasında olmak, çalıştığım anlar için hayatımdaki diğer her şeyi geçici olarak geride bırakabileceğim anlamına geliyor. Etrafımdakilerin dolaysızlığını keşfederken, içinde rahat ve samimi bir şekilde var olabileceğim başka bir psikolojik diyar hâline geliyor zaman. İhtiyacım olmayan şeyleri kadrajdan çıkartıp, sadece önemli olan şeylere odaklanabileceğimi aklımda tutarak, vizörün arkasından neler olup bittiğini görmeye ve anlamaya çalışıyorum. Çektiğim kişi veya nesnelerle etkileşim halinde olmayı seviyorum. Eterik olanın arayışında rüyalardan akıllarda kalan düşsel manzaralara tutunarak çevremdekilerle ve fotoğrafladıklarımla bir yakınlık kurmaya çalışıyorum.