Bu meşhur caddede 1732’de açılan Lizbon’un ilk kitabevi Livraria Bertrand ve karşı çaprazında Livraria Sá da Costa yer alıyor. “En eski” unvanına sahip olmasına rağmen fazlaca tazelenmiş atmosferiyle benim gibi koku meraklılarına pek bir şey çağrıştırmayan Bertrand’ın aksine, tüm derbederliğiyle gerçek bir sahaf özelliği taşıyan kitabevi Sá da Costa’da vakit geçirmeyi daha çok seviyorum. İçeride yarım saatten fazla kalmak size yılların tozunu yutmuş meşe kokulu bir baş ağrısı hediye edebilir.
Burada kitaplar bilgiye açılan bağlamından koparak birer antika nesneye dönüşmüştür. Voltaire’den Dostoyevski’ye, Cervantes’ten Walter Scoot’a, John Milton’dan John Donne’a kadar zamanın lekeleriyle incelmiş pek çok eserin Umberto Eco’nun deyişiyle “çevirdiğinizde mayasız ekmek gibi dağılıp parçalanan” sayfalarına dokunmaya korkabilirsiniz. Kitaplar size mutluluğu, bilgeliği veya zenginliği işaret eden kuru öğütler fısıldamaz, sadece onların güzelliğinden esinlendiğiniz basit bir düşünceye kapı açar. 15. yüzyıldan kalma elyazmaları, gravürler, tablolar, Don Kişot ve Sanço Panza’nın harika figürleri, Afrika’dan gelen ahşap heykeller ve maskeler, kimsesiz aile fotoğrafları, haritalar ve uzadıkça uzayan koridorlar bu kültür sahnesinin tamamlayıcı parçalarıdır.
Sá da Costa ilk olarak 10 Haziran 1913’te Lizbon’daki Largo do Poço Novo’da kuruldu. Kitabevinin yönetimi Augusto Sá da Costa’nın sorumluluğundaydı. Augusto o yıllarda bir editör olarak “Sá da Costa klasiklerini” toplamaya başlamıştı. Burası zamanla Salazar’ın faşist politik rejimini temsil eden Estado Novo’ya karşı çıkan yazarların buluşma yeri hâline geldi.
1943’te Sá da Costa’nın Rua Garrette’deki yeni binasının açılışı yapıldı. Yeni ve modern dekorasyonun üç bronz madalyonunda; hümanizmi temsil eden Portekiz’in epik şairi Luís de Camões, bilimi temsil eden natüralist hekim Garcia de Orta ve öğretici olmanın dünyayı inşa etmekle ilgili bağını vurgulayan “instruere: construere” sloganı yer alır.
Kültür ve sanatın yayılmasını amaçlayarak öğrencilere, okullara, akıl hastanelerine kitap bağışlarında bulundular. Augusto’nun ölümünün ardından oğlu Macedo Sá da Costa yönetimi devraldı. Kitapçıda muhalif toplantılar düzenlemeye devam ettiler.
Bugün Sá da Costa kültür, işçi hakları ve savaşlara dair sayısız broşürlerin sıralandığı tozlu ve dağınık raflarıyla, Lizbon’un lüks tüketimi ve gösterişi temsil eden caddesinde bir başkaldırı gibi varlığını sürdürüyor.
KOKU: YARI HATIRA, YARI UNUTUŞ
Bir kitapçıda gezinmek Proust’un deyişiyle “(...) aylak saatlerinin yarı hatıra, yarı unutuş olan o belirsiz ve hoş tortusuyla” vakit geçirmeye benziyor. Kitaplar eskidikçe açığa çıkan kimyasal koku mürekkep, yapıştırıcı ya da kâğıt tipine göre değişiyor. Bazen tatlı bir vanilya kokusu, bazen küf veya ahşap kokusu fark etmez; derinlerden gelen bu yoğun aroma zamanın ve çürümenin kokusudur.
Sonunda Sá da Costa’dan, Lizbon’a Gece Treni romanının baş kahramanı Gregorius’un yaşadığına benzer hislerle ve hafif bir baş ağrısıyla ayrılıyorum;
“Şimdi aslında hiç okuyamayacağı Portekizce kitaplarla dolu, tavana kadar yükselen rafların karşısında duruyordu ve şehirle arasında bir temas doğmaya başladığını hissediyordu.”
[email protected]