Kadın olmak hiçbir şartta, yerde ya da konumda kolay değil. Belki bir Versailles kraliçesi, belki bir Galler prensesi, belki bir ünlü ya da güzel bir film yıldızı... Sonuç aynı. Ayrıcalıklarla dolu bir dünyanın “korselediği” yaşamlarda “süslü” ıstıraplar içerisinde kıvranan, bazen bir sarayda bazen de yalnızca idealize edilmiş bedenlerde ve dünyalarda yaşamak zorunda kalan kadınlar...
SIKIŞMIŞ KADINLAR
Korsaj (Corsage), tıpkı daha önce tarihin monarşiler, çalkantılı saraylar, sonsuz protokoller, kolalı elbiseler, peruklar ve davetler arasına sıkışmış kadın figürlerini betimlemiş eşdeğerleri gibi, bilindik bir kişiliğin izini sürüyor ve Avusturya-Macaristan kraliçesi Elizabeth’i, namı diğer Sissi’yi anakronik bir çerçevede betimliyor. Yakın zamanda izlediğimiz Pablo Larrain imzalı Spencer, Sofia Coppola’nın Marie Antoinette’i ya da ana karakterinden fazlasıyla nefret ettiği için ısınamadığım fakat Marilyn Monroe’nun hüznü ve melankolisiyle konuya uygun olan Blonde... Hepsi güzellikleri kadar keder ya da talihsizlikleriyle ünlenmiş bu karakterlerin en ünlülerinden biri kuşkusuz, filmin adına da esin olan sımsıkı bağladığı korsesi ve incecik beliyle ünlü Sissi... Ancak burada korse sırf gerçek anlamıyla değil, kadınların formüle edilen bedenler ve yaşamlar içinde hapsolmuşluklarının, nefeslerini kesecek kadar daraltılan dünyalarının simgesi olarak görünürlük kazanıyor. Nitekim filmin açılışı da bu imgeyle paralel bir anlam barındırıyor. Elizabeth, hizmetlilerinin korku dolu bakışları karşısında suyun altında nefesini tutmuş bir şekilde küvette yatıyor ki bu sahneyi kısa bir süre sonra akıl sağlığından mustarip kişileri ziyaret ettiği hastanede karşılaştığı, su içinde tedavi amacıyla kendisine elektrik verilen kadının görüntüsünün peşi sıra yeniden izliyoruz.
Görkemli bir yaşamın, moda ikonluğunun ve en önemlisi güzelliğiyle nam salmış bir kraliçenin perde arkasında, Korsaj’da, suyun altında “nefesi kesilmiş”, yalnız, mutsuz, hırçın ve çoğu zaman ölüme yakın bir kadın var. Ve film sırf kadın olduğu için, bir sahnede de belirtildiği üzere, “doğal olarak melankoliye meyyal” bu kraliçeyi sessiz bir isyan içinde portrelese de ustalıklı bir yaklaşımla onu yüceltmek ya da feminist bir idol çıkarmak peşine düşmüyor. Tarihi gerçekliğin dışına çıkarak onu yeni icat olmuş sinemanın kıymetli bir parçası, bazen protokollere karşı duran huysuz bir hanedan üyesi veya hiç kesmediği saçlarının üzerinde ağırlık yapan tacını atma cesareti gösteren bir kadın olarak betimleyerek resmi tarihe meydan okuyor. Ve bu meydan okumayı kadrajına yerleştirdiği döneme ait olmayan plastik bir kova, bir traktör ya da modern bir yorumla sunduğu klasik müzik fonuyla gerçekleştiriyor. Avusturyalı yönetmen Marie Kreutzer’in kamerası ana karakterini bir yandan yüceltirken bir yandan onu boğan her ayrıntıyı resmediyor. 40 yaşına basmış Elizabeth, büyük ve kasvetli salonlarda, kendisini var eden saray “zemininde” yatarak sigara içerken nasıl baygınlık rolü yaptığını anlatıyor, köpeklerine olan sevgisini dile getirirken mutsuz evliliğini ve sadakatsiz kocası Franz Joseph’i iğneliyor; bir yandan saatler süren güzellik bakımları, durmadan yaptığı egzersiz ve hastalığa varan diyetleriyle yıllara ve yaşlanmaya savaş açarken öte yandan “İkili Monarşi”deki rolünü ve sözde gücünü sürdürüyor.
Korsaj bu noktada, dünyanın gördüğü ilk büyük savaşı başlatan Avusturya-Macaristan İmparatoru Franz Joseph’i ve ülkenin içinde bulunduğu siyasal çalkantıları, büyük oranda Elizabeth’in hayatının vinyeti haline getiriyor. “Büyük Savaş”a giden yolda, karakterin ve ülkenin melankolisi birbirine karışıyor; farklı zamanlarda çocuklarını kaybeden Elizabeth’in acısı, Vicky Krieps’in donuk ifadesinde somutlaşıyor. Elizabeth’in hayatı seven, canlı ve hareketli yapısının tersine, ifadesine yansıyan mutsuzluk ve donuk bakışlar filmin tezat anlatısının temellerini inşa ediyor. Şatafat içinde sefalet çekmek, pahalı bir korse içinde yok olmak... Korsaj, sınıf ayrımı gözetmeksizin “boğulan ve yok edilen” kadınların bir tezahürü...
Puanım: 7.5/10