Bir benzerimi daha kaybettim. Deli dolu, görgülü bir o kadar da mütevazı. Asla zenginliğini, gün görmüşlüğünü insanların gözüne sokmayan, bilenlerin yanında sessizce dinleyen, çok yürüyen az yiyen, asla sigara alkol kullanmayan, kısacası sağlıklı yaşayan adı gibi Billur bir insandı içi de dışı da birdi. Ancak bilip de tamir edemediği içsel çatışmaları vardı. Ne kadar bedenine dikkat edersen et, bilincine efendilik yapamadığın sürece bilinç seni düşüncelerine, duygularına tutsak eder. Billur da çok zengin bir ailenin kızıydı. Yalılarda büyüdü. Daha lise çağında babasını kaybetti. Annesi çalışma yaşamını hiç bilmiyordu. El bebek, gül bebek büyümüşlerdi ve o eski gösterişli günler bitmek üzereydi. Hiç alışık olmadığı iş hayatına girmek zorundaydı Billur. Yüzü hep gülüyordu ama bilemiyorduk, içi ne alemdi.
Burada antiparantez açacağım. Baba kaybı, bir kız çocuğu için, hele ergenlik çağında çok hassas bir durumdur. Baba “çınar”dır, “aile ağacı”dır, “soy”dur, evin velinimetidir (kadın çalışmıyorsa). Kız çocuğu sırtını babasına dayar, başını annenin sıcacık göğsüne. O yüzden “baba ölümü” çok büyük kayıptır, maddi manevi sırtını dayanacağın çınarın gitmiştir. Başlar öfkeler: “Niye gittin baba, beni böyle garip sensiz bırakmaya hakkın yoktu” der bilinçaltı.
Küçük yaşta iş yaşamına başlamak, 70’li yıllarda pek de alışılagelmiş bir yaşantı değildi zengin aile kızları için. Benim gibi aykırı kızlar yurtdışına gider okurdu, bedenine dövme yaptırıp Hollandalı kocayla evlenirdi. Billur, “Benim birini sevmem veya bağlanabilmem için devlet imzasına ihtiyacım yok” derdi. “Biriyle aşk yaşamak için erkek benden büyük olmalı diye bir kural da yok. Ben benden küçüğü de sevebilirim” derdi. Böyle de devrimciydi ama içini devirememişti. Bilinçaltı öyle hin oğlu hindir ki ne zaman patlayacağını bilemezsin. İçeride biriktirir, senin ruhun bile duymaz. Sinsice ilerler. Bazen 40, bazen 50 bazen de 60’ında yakalar.
Geçenlerde Instagram hesabıma şöyle yazdım: “Ümit, 40 tane eğitim aldın hâlâ duygusalsın. Bir öğrenemedin duygusallığı içselleştirememeyi.“
Aynı Billur gibi yaşam dolu, enerji dolu, komik, insanları güldüren ama akşam yatağa yattığında iç hesaplaşmalarla sabahı sabah ettiren bilinçaltı hiç sana sormadan, izin almadan bir güzel işini yapar. Tüm yaşanmışlıklardaki öfkeler, incinmeler, kalp kırıklıkları seni içten içe yemeye başlar. Bazen kanser, bazen kalp krizi, bazen de Alzheimer gibi hastalıklarla ortaya çıkar bedende.
KAYGILAR HASTALIĞA DÖNÜŞÜR
Akciğer kanseri nefes almayı temsil eder. Yaşamı soluyamamak, kızgınlıklar, öfke ile nefes yollarını tıkamak bu hastalığın önünü açar. Ben ise göğüs kanseri teşhisi ile sarsıldığımda şöyle bir düşününce “Ümitciğim ne çabuk unuttun aldatıldığını, çağrılmadığını, seni görmezliğe geldiklerini” dedim. Al işte en büyük kalp kırıklığı. Kalp nerede? Tam sol göğüsün altında!
Ah Ümit gibiler, Billur gibiler ah... “Lay lay lom” yaşar gibi gözüküp yüzü hep gülen, insanların gönüllerini hoş edenler. Dikkat edin duygularınız düşüncelere, düşünceleriniz kaderinize dönüşür. Mahatma Gandi bunu 80 yıl önce söylemiş. Acıları içselleştirmeyelim sonra acı bizim canımızı acıtıyor.