"Ortalık yeterince karışık ve bulanık. Gerçeklerle söylentileri harmanlayarak yapılan yorumlarla havayı daha fazla bulandırmamaya özen gösterin lütfen". Bu sözler, Cannes Festivali sanat yönetmeni Thierry Frémaux'nun, ciddi medya organlarına dostça ilettiği önerilerin özeti.
Tozun dumana karışmasının gerisinde, kimi radikal çevrelerin belirli konuları saplantı haline getirip, sosyal medya aracılığıyla yarısı dolu her bardakta fırtına koparma alışkanlığı; başka bir deyişle, etki ve izlenirlik arttırma yarışında öne geçmek için, yalan-yanlış haberlerle, içten pazarlıklı yorumlar yapmaktan çekinmeyen sorumsuzluğu yatmakta...
Dünya basını da, bu polemiklere her ne kadar profesyonel etik değerler çerçevesinden bakmaya çalışsa da, zaman zaman önüne konulan tuzaklara düşüp gerçeklerden uzaklaşabiliyor...
16-27 Mayıs tarihleri arasında yapılacak olan 76. Cannes Festivali ana seçkileri geçen hafta açıklandıktan hemen sonra, beklenen filmlerden bazılarının listelerde yer almaması, her yıl bu konuda gözlemlenen doğal düş kırıklığından çok farklı noktalara odaklandı. Bazı yönetmenlerin festivale davet edilmemiş olması, genellikle sanatsal tercihler ya da farklı baskı gruplarına karşı denge kurma çabalarıyla açıklanıp eleştirilirken; bu kez, kamuoyu tarafından doğru bulunan, hatta gerekli görülen "ahlaki" ve "hukuki" nitelikli nedenlere bağlanmakta, eleştirilmekte ya da onaylanmaktaydı...
Bu gelişme, 15 yıl önce gündeme gelen ve 2017'de alevlenen #metoo hareketinin, sinema dünyasını derinden etkilemeyi sürdürdüğünün yeni bir kanıtı olarak ta görülebilir. Filmleri seçkilerde yer almadığı için polemiklere malzeme olan üç yönetmen de, [alfabetik sıralamaya göre Woody Allen (1935), Catherine Corsini (1956) ve Roman Polanski (1933)] cinsel sömürü, taciz, sette şiddet, usulsüzlük ve hakaret gibi nedenlerle suçlanan adlar olarak öne çıkmaktalar...
Sinsi sansüre dikkat...
Öncelikle altını çizmemiz gereken bir nokta var : Bu tür polemiklerin çoğaldığı, farklı baskıların giderek arttığı küresel ortamda, temel kadın hakları konusunda elde edilen ciddi kazanımlar yanında, sansür olgusunun değişik renk ve biçimlere bürünerek sinsi adımlarla ilerlemesinin içerdiği tehlikeler de gözardı edilmemeli.
Thierry Frémaux, "Roman Polanski'nin filmi henüz tamamlanmadığı için aday değildi; festival komitesi bir iş kopyası bile izlemedi" derken, temelde gerçekleri çarpıtmamaya özen göstermenin önemini vurguluyor. Ardından, "Woddy Allen'in seçki dışı kalmasının nedenleri, hakkındaki suçlamalarla katiyen ilişkili değildir" açıklamasıyla, usta yönetmenin Paris'te, Fransız oyuncularla Fransızca çektiği bu filmi gördüklerini, ancak seçici kurul yeterince güçlü bulmadığı için, yarışmaya almak ya da yarışma dışı açılış filmi olarak programlamak istemediklerini açıkça dile getiriyordu. Ayrıca, basın toplantısında altını çizdiği gibi, bugünkü ortamda, filmden çok Woddy Allen'le ilgili söylentilerin öne çıkmasına zemin hazırlamak ta istememişlerdi...
Ne diyelim? Woddy Allen, keşke Paris'te değil de, gelip Türkiye'de çekseydi son olacağını ilan ettiği bu ellinci filmini... Herkes kârlı çıkardı! Geçenlerde, "evlatlık alacağınız yetim kızlarla ilişki kurmak vaciptir" türünden bir kutsal izin çıkarılmıştı ya, işte ondan yararlanarak bir güzel aklanıp paklanmış olurdu! Bizler de, New York'lu entelektüel musevi tarzı mizahın ustası yönetmenin filmini, maruz kaldığı suçlamaların ışığı altında değil de, karanlık salonların özgürlükçü loşluğunda izleyerek, beğenip beğenmeyeceğimize kendimiz karar verirdik...
Benzer suçlamalara hedef olan üçüncü ad, Korsika kökenli Fransız kadın yönetmen Catherine Corsini'nin durumu daha da karmaşık. Festival yönetimi "Le retour" (Dönüş) adlı filmini beğenerek Corsini'yi bu yıl da "Altın Palmiye" yarışına davet etmek istiyor, hatta bunu basın açıklamasından bir gün önce yönetmene telefonla bildiriyordu. Ancak, film setindeki bazı (suçlananların yalanladığı ama soruşturması yürütülen) olaylara ilişkin şikayetler nedeniyle, festival yönetimi son anda kararını askıya aldığını, kendine zaman tanıyıp durumu yeniden değerlendirdikten sonra vereceği nihai kararı önümüzdeki haftalarda duyuracağını açıklıyordu.
Bu kararın sonuçta olumlu olacağı düşünülürken, Fransız Sinema Merkezi'nin (CNC), 16 yaşından küçük oyuncuların yer aldığı cinsellik içeren sahnelerin çekimi için gerekli olan özel ön iznin alınmamış olması nedeniyle, çekilen söz konusu sahne filmde kullanılmamış bile olsa, yapımcıya verilen 580 bin avroluk desteğin geri çekildiğini duyurması, ibreyi olumsuz yöne çeviriveriyordu...
Simgelerle yüklü güzel bir afiş...
Bu konumda, üç gün önce örtüsü açılan festival afişi gerisindeki incelikli simgeler daha da önem kazanmakta.
Öncelikle, Alain Cavalier gibi özgün bir yaratıcı yönetmenin adının öne çıkması, sanat sinemasına verilen önemi vurguluyor. Senaryoyu, "La chamade" adlı romanın yazarı Françoise Sagan ile yönetmenin birlikte kaleme almış olmaları, sinema-edebiyat işbirliğinin önemini vurgularken; filmin sadece Fransız sinemasının değil, dünya sinemasının kabuk değiştirdiği önemli bir dönemde, 1960'larda çekilmiş olması da ayrıca dikkati çekiyor.
En önemli simge, ana plandaki büyük oyuncu Catherine Deuneuve'ün, sanatçı kimliği yanında, toplumsal kişiliği ve kimi angaje tavırlarıyla da öne çıkıyor olması. Kendi kuşağının en uzun soluklu, en istikrarlı figürü olan yıldız oyuncunun, özellikle kadın hakları konusunda ucuz kışkırtıcılıktan ve moda akımlardan uzak duran, sayıca az ama etkili çıkışlarından ikisini anımsamanın tam zamanı :
Deuneuve, 1971 yılında, kürtaj yasağının kaldırılması için çağrı yapan ve kendilerinin de kanunlara aykırı olarak kürtaj yaptırmak zorunda kaldıklarını açıklayan 343 aydın ve sanatçı kadınla birlikte, büyük yankılar getiren bir metni imzalıyordu. Fransız kadınlar, çocuk aldırma özgürlüğüne, ancak dört yıl sonra onaylanan bir kanun değişikliği sayesinde kavuşacaklardı...
Aralık 2017'de, kimsenin beklemediği bir girişimle, feminizmin erkek düşmanlığı olmaması gerektigini savunan, aşağıda özetini okuyacağınız uzun bir bildirinin altına imza atan 100 kadın sanatçı, yazar ve aydın arasında yer alması, uluslararası düzeydeki tanınmışlığı nedeniyle radikal feministlerin hışımlarını üzerine çekmesi sonucunu doğuracaktı...
"... Cinsel özgürlük için kaçınılmaz olan rahatsız etme özgürlüğünü savunuyoruz. Bugün, cinsel dürtünün, doğası gereği vahşi ve saldırgan olduğunun yeterince bilincindeyiz; ancak, cinsel saldırıyla beceriksiz tavlama girişimlerini birbirinden ayıracak kadar da öngörülüyüz... "
Sapla samanı birbirine karıştırmamak üzerine...
Bu türden haberlere ve polemiklere festival boyunca bir daha değinmeyeceğime söz vermeden önce, izin verin de, işin kolayına kaçarak, sosyal medya ağzıyla bir öneride bulunayım : Kadın bedeninin film ve festival afişlerinde yaklaşık yüz yıldır sömürülüyor olmasını haklı olarak protesto etmek için, kadın yönetmen odaklı bir festivalin afişine, pazuları dolgun, kasları sert sevimli küresel kahramanımız Rambo-Rocky'nin olabildiğince kışkırtıcı yarı çıplak bir görüntüsü neden konulmasın ki? Olsa olsa, kara mizah dozu yüksek, uyarıcı, dolayısıyla da yapıcı küçük bir kışkırtıcılık örneği olur...
Evet, "sapla samanı ayırmaya büyük özen göstermeliyiz" diyenlerin safında yer almak gerekiyor bugün.
Sinemayı bahane ederek başka sorunları, küçük hesaplaşmaları gündeme getirme fırsatçılığı, en hafifinden sinema sanatına kötülük etmektir. Cadı kazanları altına ateş sürmek ise, tehlikeli yangınlara gebedir!
Herhangi bir sanat yapıtıyla, onu yaratan sanatçının kişiliğindeki şu ya da bu saplantıyı, herhangi bir zayıflığı, hatta suç eğilimini aynı düzeyde tutamayız, tutmamalıyız.
Yoksa, kitap yakan, heykel kıran, film yasaklayan tehlikeli zihniyetlere giden yollara taş döşemiş oluruz...